Sınavdan kim ne not alır, göreceğiz. Ama kesin ve açık olan şu ki, karnından konuşmaya mahkûm olmak, düzen partilerinin ortak paydasıdır.

Düzen partilerinin İsrailcilikle imtihanı

Geçen hafta, geçerken, Fatih Altaylı’nın İsrailciliğine dokunmuştum. Altaylı, Lübnan Hizbullah’ı üyelerinin çağrı cihazları üstünden vurulmasından hareketle fanteziye sarmıştı: MİT de benzerini Kandil’e uyarlasaydı… 

Gerçekten memlekette “İsrailci gericilik” diye bir şey var!

AKP ideologları, “İsrailci gericiliklerini” Hamas çatışması sırasında örtmeye uğraştılar. İsrail’in silahlarını Hizbullah’a çevirmesiyle, bunların nasıl da rahatladığını geçtiğimiz hafta Ali Ufuk Arıkan yazdı... 

Lübnan Hizbullah’ının İran’la politik paralelliği ve Şii karakteri, İsrail’e karşı konumlanmayı içine sindiremeyen Türkiye sağına ilginç bir zemin sunuyor. Burada eksen, kuşkusuz İslam mezhepleri arasından değil Atlantikçilik ile Avrasyacılık arasından geçiyor. Sağ, emperyalist Batıyla çok yakın akrabadır. Doğu ise, Türkiye’nin tarihsel-toplumsal hafızasında mazlumlukla özdeşleşir. Bu durumda Doğu, emperyalizm yandaşı sağcılar için esasen demagoji konusudur. 

Hizbullah ve İran’ın mezhep karakteri, Türk sağına uzak... Ama buradan yürümek ve bir Sünni-Şii düşmanlığını kaşımak da her gericinin harcı değil. Tek engel, “kırmak ile tükenmeyen”, çünkü toplumu karakterize eden bir kültürel doku anlamına gelen Alevilik de değil. Türkiye toplumu bir yandan Batıyla özdeşleşen “ilerleme”ye geri dönülmez biçimde bağlanmıştır, diğer yandansa İran’dan başlayarak kendi Doğusuyla kader ortaklığı hissini içselleştirmiştir. Dolayısıyla Şii düşmanlığı ancak meczuplara özgü bir tutum olabilir. 

AKP ideologlarının, İsrailciliklerini, bula bula, Suriye’ye yönelik emperyalist-gerici cihat sırasında Hizbullah’ın –ve İran’ın- Şam’ın yanında konum almasıyla gerekçelendirmelerinin kaynağı bunlar. İşleri zor! 

İşleri, Lübnan Hizbullah’ının 2006’da İsrail’e karşı öncülüğünü üstlendiği ulusal direnişi hatırlatan çıkarsa çok daha zor olur! O yaz, İsrail Lübnan topraklarını işgale kalkışmıştı. Hükümet güçleri pasif kalmış, Hizbullah ve Komünist Parti dâhil tüm yurtsever güçlerin silahlı direnişiyle saldırgan geri püskürtülmüştü. İsrail yenildiğini resmi olarak hiç kabul etmedi, ama sonuç ortadaydı… 

Dediğim gibi, Hizbullah demagojisi, sağın İsrailciliğini icra edebilmesi için bir zemin… Ama pürüzlü, karmaşık bir zemin. 

Yukarıda “mazlum Doğu” hakkında genel olarak söylenenden fazlası İran için geçerlidir. İki toplumu da kucaklayan tarihsel duygu veya hafıza, devletleri de kapsamaktadır. Bugünkülerin atası sayılan iki devletin çok uzun süre yan yana ve çatışmasız yaşamış olmaları, ikili siyasal ilişkinin bağlamını şekillendirmektedir. Sağ, toplumları düşman etmenin zorluğunu takmasa bile, devletlerin gündemine çatışma fikrini sokmanın güçlüğünü kolay kolay aşamaz. 

Ama Türkiye sağının İran’la dost olmamak için, daha kuvvetli bir nedeni daha var. soL’un literatüre armağan ettiği terimlere başvurursak, Türkiye siyasetinde kendini gösteren “tam boy Batıcılık” ile “pazarlıkçı Batıcılık”ın yolları İran’da kesişmektedir. Tamboycular için Doğu karşıtlığı zaten bir ilke; diğerleri ise pazarlığa oturabilmek için bile önce İran’la mesafenin yeterince açık olduğunu kanıtlamak durumundalar! 

Bu artık kanıtlanmalıdır; çünkü AKP bir dönem İran’a dönük Batı ambargosunun etrafından dolanmayı denemiştir. O dönemin tezine göre resmi kısıtlamalar bir yerde duracak, ama çaktırmadan, herkese kazandıran işler örtülü olarak çevrilecekti. Bu denemenin öncesinde, on yıllarca, Türkiye hem İranlı muhaliflere istasyon, hem de molla devleti için -muhaliflerin hedef alındığı- av sahası olmuştu. AKP’nin bu “çok yönlü politikaları” uluslararası düzeyde tüccar siyasetle taçlandırılmış oldu. Ancak sonuç, İran’da hükümlüsüne idam istenen yolsuzluk skandalları, ABD’de Halkbank davası vb. oldu. Kazan-kazan tıkanınca AKP’nin Tahran’la ilişkisinin üst başlığı kıyasıya rekabete indirgendi. 

Ancak bizim rekabetçiler karından konuşmak zorunda. AKP ideologlarının Lübnan Hizbullah’ına “atış serbest” demeleri, açıktan hakaret edilip karşıya alınamayan Tahran’ı ikame edebilmesinden ileri geliyor. Hele çok geniş ve karışık bir kamuoyu Türkiye ve Lübnan’daki, aralarında sadece isim benzerliği olan iki örgütü karıştırabiliyorsa, “Hizbullah” dendiğinde Türkiye kontrgerillasının uzantısı bir çetenin domuz bağıyla işlediği vahşi cinayetler akla geliyorsa, neden olmasın!

“Karışık kamuoyu” ifadesini, en iyi eski bir sloganı hatırlatarak açıklayabilirim. 90’larda öldürülen laik aydınların cenaze törenlerinde “Mollalar İran’a” sesi yükselirdi. Kuşkusuz “bütün dünyanın İslamcıları birleşemez”, ama aralarında tuhaf içiçelikler de vardır. Ama bu ilişkiler, o cinayet ve katliam dalgası için adres aranacaksa Tahran’a değil Washington’a bakmak gerektiğini gizleyemez. Türkiye siyasetinde dinci gericiliğin hegemonyasını kurmak, iktidar yürüyüşünü güçlendirmek için kanlı bir Atlantik projesi uygulanmıştır. “Mollalar İran’a” sloganı hedef şaşırtma amaçlı bir manipülasyondu… 

Zihinler bayağı karıştı ve bugüne izler bıraktı. 

CHP’ye denk düşen laik kesimlerin İsrail’in sahte modernitesine yatkınlık göstermesinde bu tür manipülasyonların da rolü var. Ana muhalefetin iktidara oranla çok daha Atlantikçi olabilmesi, tabanında buna el veren bir ideolojik iklimin varlığıyla bağlantılı. Kuşkusuz asıl etken, CHP’nin AKP ile mücadelesinde, özü itibariyle “Amerikan projesi” rolünü devralmayı hedeflemesidir. 

Söz konusu ideolojik iklim, Birinci Dünya Savaşında Arapların Osmanlı’yı “arkadan vurmasından” “Doğuluların pis olmasına” uzanan öğelerle donatılmıştır. Ama tüm bunlara karşın, laik taban da toplumun geneli gibidir: Türkiye’de internet sapkınlıkları hariç, değil İsrailciliği Amerikancılığı bile ilan etmek güçtür... 

Bu durumda, AKP cenahında Hizbullah’la oynanması gibi, CHP saflarında da İsrailciliği genişletme arayışı kendini gösterebilmektedir. Örnek olsun; bu partinin “gölge dışişleri bakanı” İlhan Uzgel’in bağlandığı bir televizyon programında Altaylı’yı sollayışına denk geldim! Uzgel’in tabiriyle çağrı cihazı operasyonuyla İsrail Hizbullah’ı Ortaçağ’a yollamıştı: “Artık mektupla falan haberleşeceklerdi herhalde.” 

İlhan Bey lafının nereye gittiğinin farkında mıdır, bilmem. Ama hem insan yaşamıyla hem de savaş hukukuyla dalga geçerken müstehzi bir ifade takınacaksınız ki, sonradan “ironi yaptım” falan diye kıvırtabilesiniz!

Başlıkta “düzen partilerinin imtihanı” diye yazdım. Dem Parti’nin üstünde durmaya gerek duymuyorum. Kürt milliyetçiliğinin kökenleri değil, ama 21.yüzyıl başındaki yükselişi, ABD’nin Irak’ı istilasına ve Suriye’ye karşı “Atlantik cihadına” çok şey borçludur. Bu, Tel Aviv’e uzanan bir borç zinciridir…

Sınavdan kim ne not alır, göreceğiz. Ama kesin ve açık olan şu ki, karnından konuşmaya mahkûm olmak, düzen partilerinin ortak paydasıdır. Hal böyleyse, topunun karşısında alabildiğine cesur ve iddialı olmak sanılandan çok daha büyük bir güç kaynağı oluşturur. 

Bu güç, egemen güçleri İsrail’le ilişkileri gerçekten kesmeye de, Türkiye’yi NATO’dan çıkmaya da zorlayabilecek kadar büyüktür.