Bakanın iddiaları doğruysa yapılacak işlem bellidir. O Büyükelçiyi derhal istenmeyen kişi ilan eder kapı önüne koyarsınız. Bunları yapamıyorsanız da en azından gürültü yapmazsınız.

Diplomaside hijyen önemli

Cem Yılmaz’ın oynadığı bir reklam vardı. Merdiven altı bir atölyede kaçak olarak cips tarzı bir şey üretirken bone takmasına şaşıran arkadaşlarına “hijyen”in öneminden dem vuruyordu.

Geçen hafta yaşanan ve başrolünde Akepe’nin maruf, meşhur ve meşum bir bakanının yer aldığı gelişmeleri izlerken aklıma o reklam geldi. Evet, hijyen önemli. Artçı sarsıntıları hâlâ devam eden pandemi depreminde sağlıkçıların her vesileyle anımsattıkları gibi elleri temiz tutmak özellikle gerekli bu kapsamda. Salt hayatın diğer alanlarında değil, diplomaside de hijyene dikkat etmek lâzım.

Konunun özüne girmeden önce güneyimizdeki çıbana yeniden vurgu yapmak şart. Suriye meselesini yakından izleyen uzmanların ısrarla dile getirdikleri bir gerçek var. Kafamızı nereye sokarsak sokalım bundan kaçmak mümkün değil. Akepe’nin iddialı Suriye politikası orada bir tür canavar üretme çiftliği yarattı. Amerikan sinemasında sık işlenen bir konudur öteden beri, hani laboratuvarda salt istemediklerinizi öldürsün diye bir virüs yaratırsınız ya da bir hayvanın genetiğiyle oynayıp onu bir silah haline getirmeye kalkışırsınız da tüp kırılır, kafesin kapısı açık kalır yarattığınız o canavar başta kendisini yaratanlar olmak üzere çevrede ne varsa imha etmeye başlar.

Biz bu filmi de meselenin bir filmden ibaret  olmadığını biliyoruz elbette. 1979-89 arası Afganistan benim anımsadığım ilk örnek. Hani şu “özgürlük savaşçısı Taliban”. ABD aklı, Suudi parası ve Pakistan’ın ev sahipliğiyle Peşaver’de yaratılan canavar. O canavar önce bölgesinde söz sahibi olma iddiasıyla tasmasını tutmaya çalışan Pakistan’ı yedi ve bugünkü “failed state”1 konumuna düşmesinde önemli rol oynadı. Uluslararası İlişkiler alanında çalışanlar bu olguya bir isim verdiler: Peşaver sendromu.

İdlib’deki durumu uzun uzun anlatacak bilgi derinliğine sahip değilim. Merak edenler bu konuyu çok daha derinlemesine inceleyen Emir Aşnas, Hediye Levent, Fehim Taştekin gibi uzmanlardan okuyabilirler.

Peşaver sendromunun en yakın örneğini Taksim saldırısında yaşadık. Akepe, İdlib’te yarattığı canavar üretme tesisinin ürün vermeye başladığını halktan gizlemek için kuru gürültü yarattı ve suçu olağan şüpheliye, PKK’ya attı. Türkiye’nin başına örülen türlü tipte çorabın çoğu zaman ABD menşeli olduğu bilindiği, PKK ile ABD arasında da bir tür balayı yaşandığı  için işimize de geldi, aldık kabul ettik. Yalnız ABD tarafından planlandığı söylenen bu saldırının ardından ABD Başkanı tarafından iletilen başsağlığı mesajına bizim dünya liderinin neden teşekkür ettiği konusu biraz muallakta kaldı.

Üzerinde Latin ve Arap alfabesiyle “İdlib” yazan mızrağın çuvala sığmasının giderek güçleşeceğini de geçen haftadan beri  yaşadıklarımızla gördük. Olaylar esasen geçen hafta ABD‘nin özellikle ibadet yerlerini, yabancıların, azınlıkların toplandığı yerleri işaret eden uyarısıyla başlamıştı. Fransa ve Almanya da kendi vatandaşlarına yönelik olarak aynı ikaza atıfla kendi yurttaşlarını uyardılar. Mesele her ne kadar İsveç’te Kuran yakılması kaynaklı gibi gösterilse de esas sorun Türkiye ile Suriye arasında olası bir yakınlaşmadan zarar görebilecek haşaratın huzursuzluğuyla ilgiliydi.

Burada bir parantez açayım. Birçok Batılı ülkenin böyle bir uyarı pratiğinin olmasının ana sebebi hukuki anlamda sorumluluktan kurtulma kaygısı. Yarın öbür gün böyle bir saldırıya kurban gitmesi durumunda yurttaşın dönüp devletin hesap sormasını, tazminat filan istemesini engellemek. Bu Akepe Türkiyesi’nde de yaygınlaştırılan bir uygulama ama gerekçesi aynı değil. Bizde yapılan seyahat uyarıları böyle bir amaç taşımıyor zira bizim dönüp de bu düzenden talep edebileceğimiz, etsek de alabileceğimiz bir şey yok. Akepe Türkiyesi bu uyarıları kendince “mütekabiliyet” uygulamış olmak için yapıyor. Daha anlaşılır bir deyimle “atara atar, gidere gider” yaptık diyebilmek için. T.C. vatandaşlarının AB ülkelerinden iltica talebinde bulunanlar listesinde ilk üç sırada bulunduğu, geçen yıl sadece ABD-Meksika sınırında 60 binin üzerinde  kaçak giriş denemesi yaptığı bir ortamda bu tarz uyarılar yalnızca başarısız mizah denemeleri olarak nitelendirilebilir. Şimdi konumuza geri dönelim.

Ne diyorduk? Bu üç ülkenin uyarıları özellikle İstanbul’da haklı bir kaygı yarattı. Belki de bu yüzden Emniyet bir açıklama yapıp operasyonlar başlatıldığını belirtti, uyarılara teşekkür etti ve bu konuyla ilgili olarak birilerinin yakalandığını, soruşturmanın sürdüğünü duyurdu. Buraya kadar sanki normal bir ülkede yaşıyormuşuz gibiydi. Yalnız daha sonra Lübnan Ermeni cemaati kaynaklı olduğu anlaşılan bir ihbar bulunduğunu öğrendik. Türkiye’deki dinsel azınlıkların, ibadet yerlerinin hedef alınacağı iddia ediliyordu. Ardından gerçek olup olmadığı konusunda tam bir fikir edinemediğim bir tehdit videosu da dolaşıma girdi. Ermeni Cemaati’nin lideri kamuoyuna kendilerine devletçe sağlanan korumanın artırıldığını duyurdu. Buradan da anlıyoruz ki, güvenlik makamları iddiaları ciddiye almışlardı. 

Bu gelişmeler üzerine kimi ülkelerin arka arkaya konsolosluklarını kapattıkları süreç başladı. Akepe bu süreçte bir süre sustu ama can güvenliğinin bulunup bulunmadığını sorgulayan kamuoyunun baskısıyla konuya eğilmek zorunda kaldı. Keşke eğilmeseydi dedirtmeyi de ihmal etmedi. Oraya geçmeden bir konuya daha açıklık getirelim.

İstihbarat paylaşımı bugünün olayı değil. Özellikle İŞİD’in ortaya çıkması ve kanlı eylemler düzenlemesi üzerine Türkiye‘nin de içinde bulunduğu bir dizi ülke kurumsal bir istişare mekanizması kurdu. Birçok devlet Türkiye’deki büyükelçiliklerinde istihbarat ve güvenlik ataşeleri görevlendirdi. Bunların temel görevi Türk güvenlik makamları ile İslamcı terör tehdidi konusunda yakın işbirliği yapmaktı. Bu işbirliği kimi kesintilere, aksaklıklara, sürecin yakından tanıdığımız bazı siyasiler tarafından pazarlık konusu yapılmasına karşın işledi. Bilgi paylaşımları sayesinde Türkiye’de ve başka ülkelerde operasyonlar yapıldı. Bildiğim kadarıyla, bu mekanizma varlığını koruyor. 

Müsameremize dönelim. Türkiye’nin güvenlik işlerinin yanı sıra petrol kalitesi meseleleri ve dış politikasından da sorumlu olduğu anlaşılan şahıs sahneye çıktı ve kimi yabancı temsilciliklerin kapatılmasının Türkiye’ye yönelik bir komplonun parçası olduğu konusunda hepimizi aydınlattı. Dışişleri Bakanlığı da ayak sürüye sürüye bu ülkelerin Büyükelçilerini çağırdı. Kuvvetle muhtemel ki, birlikte çay/kahve tüketildi ve yasak savma kabilinden “çok da şey etmeseniz keşke” denildi. 

O arada Bakanımız ABD Büyükelçisi’ne birtakım ithamlar yöneltti. Diplomaside hijyenin özellikle de el hijyeninin önemini hatırlattı ve ellerini yıkamadan Türkiye’de çalışmamasını öğütledi. ABD’nin meslekten olmayan ve anlamsızca sırıtmayı pek seven Büyükelçisi tam da bu sırada liman ziyareti yapan bir ABD zırhlısını ziyaret ediyor ve Türkiye ile ABD arasındaki ortaklığın anlam ve önemi üzerine konuşuyordu. Bakanın sözlerine yanıt niteliğindeki ABD Dışişleri açıklaması da Büyükelçi’nin lakırdıları ile aynı makamdaydı.

Peki sonra ne oldu? Gecenin köründe saldırı tehdidiyle ilgili olarak 15 kişinin tutuklandığını öğrendik. ABD zırhlısı Gölcük’e devam etti. Elleri kirli ABD Büyükelçisi de Ankara’ya döndü. Önümüzdeki günlerde bir yerlerde bomba patlayacak mı hâlâ bilmiyoruz.

ABD’nin salt Türkiye üzerinde değil bütün dünyada kirli oyunların planlayıcısı olduğunu ise bilmeyen yok. Bakanın iddiaları doğruysa yapılacak işlem bellidir. O Büyükelçiyi derhal istenmeyen kişi ilan eder kapı önüne koyarsınız. O kirli ellerin sahibinin ziyaret ettiği gemiyi de süratle Türkiye karasularının dışına çıkmaya davet eder, çıkmaz ise zorla çıkartırsınız.  Bunları yapamıyorsanız da en azından gürültü yapmazsınız. 

“Dost ve kardeş” Pakistan’ın nasıl bir “failed state” haline geldiği açık. Yönetim ciddiyetinin tamamen ortadan kalktığı,  Türkiye’yi yönetenlerin bu ülkede yaşayan insanların can güvenliğini değil, hakaret, tehdit ve ucuz propaganda yoluyla iktidarda kalmayı hedeflediğinin açıkça anlaşıldığı bir aşamada bu düzenin devam etmesinin Pakistan’la aynı tanım altına girme olasılığını güçlendireceği kesin.  

İlgisiz gibi görünebilir ama değil. 5 Şubat 86 yıl önce Laiklik ilkesinin Anayasa’ya dahil edildiği gün. Birilerinin dediği gibi “sonuç ortada”: Laiklik yoksa hiçbir şey yok! 

  • 1. Başarısız Devlet: Her alanda yönetme yeteneğini yitirmiş, istikrarsız devletler için kullanılan bilimsel açıdan tartışmalı ama sıkça başvurulan bir kavram.