Kapitalizm öylesine çaresiz ki kendi yarattığı felaketlere çare bulması bir yana kendine bile çare bulmakta zorlanıyor. Doymak bilmezlikleriyle, anayasalara da doymuyorlar.

Anayasa: Yetmedi, yetmeyecek

Kapitalizmin ekonomi politiğinin sürdürülmesinde burjuva devletin ve hukukun başlı başına rolü var, etkisi yüksek. 12 Eylül faşist darbesinin parlamentoyu ve siyasal partileri kapatıp tüm organlarıyla devleti biçimlendirmesi, Milli Güvenlik Konseyiyle yürütülen yönetimle, 24 Ocak kararlarını da içeren darbe hukukunun yazılıp uygulanması, aynı hukukun ve uygulamanın 1982 Anayasasına yansıması artık genç nüfus yönünden okuyarak ya da dinleyerek öğrendiği tarih. 

Bu tarihe 2016 darbe girişimi sonrası OHAL hukuku ve uygulamasının OHAL kaldırıldığı halde yaşatılmasıyla ve başkanlık rejimiyle devam ediyoruz. 

12 Eylül öncesinin “anarşi” bahanesi, günümüzde “terör” bahanesiyle anlatılıyor. Siyasal iktidara muhalif olanların terörle damgalanmasından, hukukun ve polisin buna göre biçimlendirip kullanılmasından, dahası Anayasa ve hukukun istenmeyen kurallarının rafa kaldırılıp istenenlerin de istendiği zaman ama çifte standart uygulanmasından geri kalmıyor. Otoriter yasalar, kararnameler ve kararlar sıralanırken “yeni anayasa” nakaratı da dillerden düşürülmüyor.   

Ortada bir garabet var. Siyasal iktidar, düzen içi muhalefete terör damgası vuruyor. Muhalefetse düzen içinde kalma konusunda en ufak bir duraksamaya düşmeden siyasal iktidarı demokratik, sosyal (laikliği unuttular) hukuk devletinin hizasına çekme söylemlerinden başka bir şey yapamadan, üzerindeki devasa milliyetçi ve dinsel ağ içinde oradan oraya savrulup duruyor. 

Düzen içinde kalmama konusunda en ufak direnç bile gösteremeyenler, rejimi çekecekleri hizayı bile tanımlayamayanlar her alanda süren hukuksuzluk ve keyfilikleri, siyasal iktidarı meşrulaştırmakla, düzeni yaşatmakla meşguller. Kapitalist düzen içinde kalma konusunda, onun kılına dokunmama konusunda en ufak duraksamaları yok.

Anayasaları, parlamentoları, hukukları ve yargıları ancak düzenlerinin devamı ve istikrarıyla sınırlı. Üretim güçlerinden, özel mülkiyetten ve üretim ilişkilerinden yola çıkarak açıklanabilecek anayasaları sınıfsal. Hukukun atağa kaldırılıp insanlık, hak ve özgürlük, güvenlik adına ilkelere kavuşmasında emekçilerin mücadele ve direnişleriyle sosyalist devletlerin etkileri önemli olmakla birlikte, aynı hukukun burjuva devletler elinde emekçilere baskı ve sömürü aracına dönüşmesi gözlerin kapatılacağı bir durum değil. Kimse buralara sığınıp hukuka masum üstünlük sağlamaya kalkmasın, bu masumiyet düzen içinde kalıp hukuku sınıfsal analize tabi tutmayanları da yiyor. 

Anayasa sınıflarüstü değil. Az boz değil, epeyce müdahale var Anayasaya 1982’den bu yana. Müdahale edilen madde sayısı ve bu değişikliklerin içeriği kapsamlı ama müdahale dönemleri bile tek başına şu “demokratik, laik hukuk devleti” denilen Cumhuriyet ilkesinin ne durumlara düşürüldüğünü ve emekçilere baskı ve sınırlama dışında bir şey çıkmadığını göstermeye yetiyor.

1982 Anayasasına dönemsel müdahaleler şöyle:

Müdahaleler azımsanamayacak derecede, konu ve madde bazında da hayli etkili. (C) dönemindeki 1995 ve 2001 değişiklikleri darbe Anayasasının hak ve özgürlükler üzerindeki ağır sınırlama ve baskısını düzeltme yönünden olumluluk içermesine karşın AKP dönemindeki değişiklikler kimi olumlu görünümler altında başkalaştırma ve bugünkü rejime getirme konusunda kayda değer. 25 Anayasa değişikliği girişiminin 17’sine imza atan, bunlardan 4’ü Cumhurbaşkanından, 1’i de AYM’den dönen AKP, kendisi 12 Eylül’ün devamı olduğu halde her seferinde 12 Eylül Anayasasının ortadan kaldırılacağı, demokrasinin yerleşeceği gibi bir kandırmacaya sığındı, bugün de “yeni anayasa” derken aynı şeyi yapıyor.    

AKP’nin 2008 değişliklerinin, Anayasanın 2. maddesindeki “demokratik, laik hukuk devleti” ilkesini değiştirir nitelikte görülerek Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiş olmasına karşın o günlerden bugünlere laiklik ilkesinin yok edildiği örnekler kalıcılaştı. Laiklik ilkesini çiğneyen yasalara onay veren de aynı AYM oldu. Muhalefet de buna uydu.  
Zaten uygulanmayan Anayasayla karşı karşıya olduğumuz ve bu durumun da düzen içi mekanizmalarla denetlenip önlenemediği açık. Yasama ve yargı düzeyindeki anayasal denetim organlarını işlevsizleştirmek, önemsizleştirmek, yandaşlaştırmaktan ve devleti partileştirmekten geri durulmuyor. Buraya en büyük destek demokrasi masumiyetine sığınan ama demokrasi yanılsamasının altında kalmayı dert edinmeyen düzen içi muhalefetten geliyor. Böylece zaten baskı altında olan “toplumsal denetim” de siyasetten destek alamıyor. 

Ne Anayasa değişiklikleri yetiyor sömürmeye ne hukukla sürekli oynamak. Ne keyfilik yetiyor ne de keyfiliği ve adaletsizliği hukuka yazmak. O kadar rahatlar ki, artık anayasa değişikliği bile yapma meşruiyeti olmayanlar kendilerini “Kurucu Meclis” gibi görüp “Kurulu Meclisin” yapamayacağı, ilk üç maddeyi de değiştirebilecek “yeni anayasa” girişimini dile getirip destekçi bulabiliyorlar. 

Düzen içi muhalefet partileri kendi anayasa dosyalarını çıkarırken de aynı meşruiyetsizlik söz konusu. Anayasa, seçim, demokrasi diye diye 2002’den bu yana siyasal iktidarın piyasa ve din adına yaptıklarını meşrulaştırmakla meşguller.

Sermaye sınıfının çıkarları ve istikrarı için anayasa yazıp, emekçi halka -zaten kendi mücadeleleriyle kazandıkları- hak ve özgürlükleri eşit olarak verdim demekle olmuyor. Bir, sermayenin anayasası emekçiler için yazılmıyor, onları denetim altında tutmak için yazılıyor. İki, eşit denilen haklardan yararlanmada emekçiler yönünden büyük eşitsizlik söz konusu. 

Eşit denilen eşitsizliklerin azıcık toparlanır gözükmesini 1961 Anayasasının ilk 10 yılında ve 1990’larda gördük: Birincisi 12 Mart Muhtırası ve sonrası Anayasa değişiklikleriyle ve devamında 12 Eylül darbesiyle, ikincisi de 2002 AKP projesiyle paramparça edildi. Şimdi yeni rejim peşindeler, hem de 1921 Anayasasının arkasına sığınarak.

Kapitalizm öylesine çaresiz ki kendi yarattığı felaketlere çare bulması bir yana kendine bile çare bulmakta zorlanıyor. Doymak bilmezlikleriyle, anayasalara da doymuyorlar. Düzenlerinin kusursuz(!) anayasalarını yapmak için, kapitalist devletlerin anayasalarının en iyi örneklerini bulup yazsalar dahi çaresizler. Olsa olsa “toplumsal demagoji politikası” izlerler, o kadar.

Çaresizlikleri içinde çıkaracakları anayasa, emekçiler yönünden kısa sürede bir parmak bal gibi gözükse de hep boş söz olarak kalacak. Hak ve özgürlükler bahşedilmez, mücadelelerle kazanılır. Emekçiler, hak mücadelelerini verirler ama “sınıflar arasında uzlaşma”, “emekçilere baskı” ve “sömürü” hukukuna kanmazlar ve o hukuku meşrulaştırmaya da aracı olmazlar. Sınıfsız ve sömürüsüz toplumun meşruluğu anayasa ve hukukla sınırlı değil, ötesindedir. Sömürüye, otoriteye, dinsel gericiliğe boyun eğilmezken, düzenin anayasasına nasıl mahkum olunur?

Emekçiler kendilerini sömürenlerin anayasalarına, bu anayasalarda yazan iyi-kötü nitelendirmelere, demokrasi ve eşitlik yanılsamalarına, seçim ve adalet yalanlarına mahkum değil. Emekçi halkın anayasasını sömürge gemisi içindekiler ne yazabilir ne de uygulayabilir. “Bu düzen değişmeli” diyenlere göre toplum yararının üstünde bir anayasa olamaz, o anayasa da sınıf mücadeleleriyle, devrimle elde edilen siyasal, toplumsal ve ekonomik yapıyı tamamlayıp güçlendirmek ve korumak amacını taşır.

Emekçilerin ihtiyacı olan “Toplumcu Anayasa”, “sosyalist devletin” işçilerinin, emekçilerinin, köylülerinin, aydınlarının ortak çabasının ürünü olacak “sosyalist cumhuriyet”le yaşama geçecek. Sınıfsız ve sömürüsüz düzen mücadelesi “Toplumcu Anayasa”yı yapmak ve uygulamak için gerekli koşulları yaratacak, “Toplumcu Anayasa” da insanın insanı sömürmediği toplumun güvencesi olacak.