Sözüm meclisten içeri…

‘Sanatçı dediğin işini yapmalı.

Çık oyunu oyununu oyna, film çek, resim, heykel yap, dans et, şarkı söyle, şiirini, romanını yaz ama bu işlere karışma.

Ne bu öyle zırt pırt her yerdesiniz.

Size ne işçi ölümlerinden, hırsızlıktan katillikten, savaştan, göçten, barıştan, size ne ekonomiden, yokluktan, yoksulluktan?

Bu memlekette parlamento var, orada 550 vekil, dışarıda bir sürü parti, varsa bir durum biz halledilir.

Karnınız tok, sırtınız pek ha babam de babam siyasete burnunuzu sokup ağza gelinmedik laflar ediyorsunuz.’

Değerli okur, ben bu nutukları tam 40 yıldır dinliyorum, kim bilir yaşı daha ergin dostlarım kaç yıldır bu tür sıradanlıkla muhataplar.

Bugün sanat alanlarında, ‘sisteme teslim olunmuşluk’ başlığı birilerince irdelense, ‘bana necilik’ ve ’bireysellik’ duvarına toslar.

Yani nutuklar bir anlamda karşılığını bulmuştur.

Bu bahis çok su kaldırır belki, tamam ama şunu rahatlıkla saptayabiliriz Bir takım sanatçılar hem sistemin baskılarından, hem toplumun muhafazakâr ahlaksızlığından ürküp, kendi kabukları içinde üretmeyi kabullenerek yaşıyorlar.

Peki, korku duvarının arkasına sinmiş bu tavşan ürkekliğinden ‘sanat ürünü’ beklemek beyhude değil midir?

Öyledir.

Bir sanat yaratıcısı, kendisi için örülen kafesin içinde üretmeyi kabullenirse, önce insanlığın yaşadığı gerçeklikten öteleşir sonra o kara deliğin girdabında bir asitli yağmur damlası gibi yok olup gider.

Umutsuzluk, çaresizliğinizi çoğaltır ve yalnızlaşarak körelirsiniz.

Ağacın rengi değişir, çiçekler azot kokar, sahneniz tanımsız sözcüklere boğulur, notalarınız karanlığın içinde kaybolur, sesiniz yiter, heykelleriniz resimleriniz gözyaşı dökemeden ağlar, filmleriniz pısırık bir zavallılıktır, şiirleriniz sağırlaşır, romanlarınız öyküleriniz ayakaltına yapışıp kalır.

Hiçleşirsiniz.

Olgunlaştırılmış hiçliğin elbet alıcısı vardır, ürettikleriniz birilerince paketlenir, etiketlenir ve arza sunulur, alınır-satılırsınız, küçük sevinçlerle avunur, yüksek bir perdeden ‘yalnızlığınızın size kattıklarını’ gevelemeye başlarsınız!

İşte o zaman, ‘insanlığa çektirilen acıların bu kadar da büyütülmesinin anlamsızlığını’ fısıldarsınız.

Oysa fısıltılar yalnızca yaşadığınız korkunun sessizliğini çoğaltır.

Ölüm haberlerinden, katliamlardan, doğa ve çevre talanlarından, savaşlardan, kültürel yok oluştan, adaletsizlikten ‘size ait olmayan basit olgular’ diye söz etmeye başlayınca, çevrinizdeki düzeysizlik alkışa durur.

Tutarlar elinizden el-etek öpmeye, secdeye varıp biat etmeye koştururlar.

Artık aklınız kiralıktır, ruhunuz sersefil.

Siyaset denen ‘madrabazlıktan uzak’ tapınan bir şaklaban oluverirsiniz.

“Batmakta olan geminin duvarına çiçek resmi yapıp adına sanat’ demeye başlar ve Bertold Brecht’i milyonlarca kez haklı çıkarırsınız.

[email protected]