Kürt Açılımı Yeni Osmanlıcılığın Neresinde?

Adını yeni Osmanlıcılık olarak koyduğumuz yeni Türk dış politikasına ilişkin iki efsane ile karşı karşıyayız. AKP’nin ve inşa etmekte olduğu yeni rejimin organik aydınları tarafından anlatılan ilk efsaneye göre, Türkiye AKP döneminde dış politika alanında ilk kez bağımsız hareket etme yeteneğini kazanmış bulunuyor ve bir güç merkezi haline geliyor. Efsanelerden ikincisi ise AKP’ye daha mesafeli isimler tarafından üretiliyor ve buna göre Türk dış politikasında bir eksen kayması yaşanıyor yani Türkiye Batı’dan uzaklaşıp bir Ortadoğu ülkesi haline geliyor. Birisi olumlayıcı her iki efsanenin de gerçeklikle herhangi bir ilgisi bulunmuyor. Çünkü ne Türk dış politikasındaki bağımsız bir yönelimden ne de bir eksen kaymasından bahsetmek mümkün görünüyor ortada dünya kapitalist sistemine çok daha derin ve kopartılması mümkün olmayan bağlarla eklemlenmeye dair bir irade var. İşte yeni Osmanlıcılık o iradeye verdiğimiz ad ve basit bir dış politika değişimi olmanın ötesinde, bu eklemlenme üzerinden şekillenen yeni bir rejimin ve yeni bir paradigmanın inşası anlamına geliyor.

Peki Kürt açılımı bu inşa sürecinin neresine düşüyor? Bu soruyu yanıtlamanın yolu, daha derin bir şekilde eklemlenilmek istenenin, yani küresel kapitalizmin açılımın neresinde durduğunu yanıtlamaktan geçiyor. Bu sorunun yanıtı ise “ABD Irak’tan çekiliyor ve yerini Türkiye’nin almasını istiyor” şeklindeki doğru olmakla birlikte yetersiz tezin ötesine geçilmesini gerektiriyor. Yakın zamanlarda Gülen cemaatinin yayınevi olan Timaş’tan çıkan iki kitap, Graham Fuller’in “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” ve Philip H.Gordon ve Ömer Taşpınar’ın “Türkiye’yi Kazanmak” isimli kitapları ise bunu yapabilmek açısından son derece önemli ipuçları sunuyor.

Her iki kitabın temel tezi de, 2000’li yıllardan itibaren ABD ile Türkiye arasındaki ilişkilerin hızla bozulduğu ve ABD’nin bu ilişkiyi tamir ederek Türkiye’yi kazanmak zorunda olduğu yönünde. Fuller, -ki yeni rejimin organik aydınlarının kendisinden feyz aldıkları aşikar- bu bozulmanın temelinde AKP’nin izlediği bağımsız dış politikanın olduğunu söylüyor. Fuller’e göre “Türkiye uluslararası sahnede bugün daha önce hiç olmadığı kadar bağımsız hareket etmektedir. Dış politikaları Türkiye içinde geniş bir görüş yelpazesini yansıtmaktadır. Ülkenin liderleri artık, Washington dâhil dış ülkelerle konuşurken ülkenin sesini güçlendiren sağlam demokratik prensiplere ve halk desteğine dayanmaktadırlar.” (Yeni Türkiye Cumhuriyeti, s. 19)

Fuller’in AKP iktidarına ilişkin dile getirdiği “ABD’den bağımsız dış politika” argümanının bir dezenformasyon olduğu aşikar. Gordon ve Taşpınar ise meseleye bağımsız bir dış politika ekseninden değil, Türkiye’yi batıdan koparıp Avrasya’ya eklemleyebilecek bir iradenin iktidara gelmesi ihtimali üzerinden yaklaşıyorlar. İkilinin yakın geleceğe dair olduğunu ve ABD için felaket anlamına geleceğini söyledikleri senaryo ise şöyle: “ Elli yılı aşkın bir süre boyunca Türkiye Cumhuriyeti sağlam bir Amerikan müttefiki ve Ortadoğu’da önemli bir ortak olmuştur. Fakat geçtiğimiz birkaç yıl içerisinde kararlılıkla Batı ile arasına mesafe koymuştur. Birkaç yıl önce Türk ordusu gizli bir kökten İslamcı gündemi teşvik etmek ve Türkiye’nin milli çıkarlarına ihanet etmekle suçladığı İslamcı eğilimli seçilmiş hükümeti devirmiştir. Birleşik devletler ve Avrupa’nın yaptırımlarına karşılık yeni askeri rejim hiddetle daha bağımsız bir dış politika izleyeceğini ilan etmiştir. Avrupa Birliği’ne katılım başvurusunu geri çekmiş, NATO üyeliğini askıya almış ve Birleşik Devletler’in Irak’a malzeme ulaştırmak üzere askeri üslerini kullanmasını yasaklamıştır. Rusya, Çin ve İran ile diplomatik, ekonomik ve enerji ilişkilerini geliştirmiş ve Kürtlere karşı faaliyet göstermek üzere Türk kuvvetlerini Kuzey Irak’a göndermiştir.” (Türkiye’yi Kazanmak, s. 19)

***

Kürt sorunu her iki kitabın yazarları için de Türkiye-ABD ilişkilerinin yeniden sağlıklı bir zemine oturması bağlamında mutlaka halledilmesi gereken bir sorun anlamına geliyor. Fuller sorunun çözülmesi için ABD’ye şu tavsiyede bulunuyor: “Kısa dönemde, Kuzey Irak’taki PKK varlığını ortadan kaldıracak ve oradaki Kürt hükümetini bölgeyi PKK güçlerine kalıcı olarak kapatmaya zorlayacak kararlı bir ABD hamlesi, Türk-Amerikan sürtüşmesinin yakın ve duygusal kaynaklarından biri üzerinde önemli bir etki yapacaktır.” (s.316) Türkiye’ye tavsiyesi ise şu şekilde: “Türkiye’nin elinde kalan en iyi opsiyonu, yeni Kürt varlığı ile işbirliğine giderek onlar üzerinde baskın bir etki kurmaya ve onları Türk ekonomisi ve siyasetinin alanına çekmeye çalışmaktır. Buna ilaveten, Türkiye’nin Suriye, Irak ve İran ile dört-taraflı konfederatif bir Kürt işbirliği bölgesi geliştirmesi de mümkündür.” (s.198)

CIA Türkiye Masası’nın eski şeflerinden Fuller’in söyledikleri, açılımı anlamak açısından önemli bulunuyor. Ancak esas olarak Gordon ve Taşpınar’ın söylediklerine odaklanmamız gerekiyor, çünkü kitabın yazıldığı sırada ABD’nin önemli düşünce kuruluşlarından Brooking Enstitüsü’nde dış politika uzmanı olarak görev yapan Gordon, Obama iktidarıyla birlikte dışişleri bakanı Hillary Clinton’un “Avrupa ve Avrasya İlişkileri’nden Sorumlu Bakan Yardımcısı” oluyor ve dolayısıyla da ABD dış politikasını belirleyen temel isimlerden biri haline geliyor. Gordon ve Taşpınar, “Türkiye’nin Batı’ya ve demokrasiye yönelimi nasıl korunabilir” sorusuna beş boyutlu bir yanıt veriyorlar. Buna göre, “Türkiye’yi kazanmak” için Türkiye ve Kürtler arasında bir büyük pazarlığın teşvik edilmesi, liberalizm ve demokrasinin desteklenmesi, Türkiye’nin AB üyeliği taahhüdünün yenilenmesi, Ermenistan ile tarihi uzlaşmanın desteklenmesi ve Kıbrıs’ta siyasi bir çözümün teşvik edilmesi gerekiyor.

Bu beş boyutun da AKP ve Davutoğlu öncülüğünde fiiliyata geçirildiğini biliyoruz, bizi ise bu yazı bağlamında Kürt açılımı ilgilendiriyor. Gordon ve Taşpınar sorunun çözümü için, ABD’nin PKK liderlerini öldürmesi ya da tutuklaması, Avrupa’ya ise PKK’nın finansmanını çökertmesi için baskı yapması gerektiğini söylüyor ayrıca ABD’nin “Ankara’yı da kendi Kürt nüfusuna daha geniş kültürel haklar sağlama çabasına devam etmesi için teşvik etmesi” gerekiyor. ( s.114–115) Yazarlar son olarak ise ABD’nin Türkiye ile Kürt Bölgesel hükümeti arasında “Yumurtalık boru hattı, ortak sınır muhafazası ve ticaret ile yatırım ilişkileri hakkında kapsamlı ve bağlayıcı bir mutabakata varmak amacıyla” görüşmeler yapılmasına önayak olması gerektiğini söylüyorlar. (s.119)

***

Geçtiğimiz günlerde DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’ün parti grubunda yaptığı bir konuşmada Kürt sorununa Türkiyeli bir çözüm getirilmesi minvalinde sözler etmesine en çok bozulanlardan biri Amerikan Muhipleri Cemiyeti’nin önde gelen üyelerinden biri olan Emre Aköz olmuştu. Aköz, Türk’ün konuşması ile ilgili şu satırları yazmıştı: “Türkiye'deki hâkim ekonomik düzen kapitalizmken ve piyasa mekanizmaları ülkeyi geliştirirken...

Kürt/PKK sorununun barış içinde çözülmesini ABD yönetimi hararetle teşvik ederken...

Başkan Obama'yla el sıkışmış bir Ahmet Türk'ün ettiği o lafların akılcı bir yanı var mı?

ABD olmasa, Türkiye'nin statükocuları, Ergenekoncular, Kemalistler ve Doğan Medyası el ele verip, Başbakan Erdoğan'ın üstüne öyle bir çullanır ki ortada Açılım maçılım kalmaz.

Eğer bu sorunun çözülmesini gerçekten istiyorsa, Ahmet Türk yatsın kalksın, kapitalizme ve ABD'ye dua etsin. Dizginlenmemiş bir Kemalizm'in, Dersim'de ya da Diyarbakır Cezaevi'nde neler yaptığını o bizden iyi bilir.”

Açılımın Fuller’in ve Gordon’un yazdıkları üzerinden değerlendirilmesine Türkiye solunda dudak bükenler çıkacaktır, onlara verilebilecek tek tavsiye ise Aköz’ün satırlarını yeniden ve yeniden okumaları olacaktır.