Yalnız Değiliz!

13 Haziran’dan itibaren eski solun hızla gömüldüğüne tanık olacağız. Bu, feraha çıkacağımız anlamına gelmiyor, öyle alınmasın, galiba daha çok "bir belirsizlik ortamına itileceğimiz" anlamına geliyor. Bir de yeni bir direnç noktasının varlığını ve gücünü ilan edeceğine... Görünen o ki, bu direnç noktasının merkezinde, elbette dostlarıyla birlikte, genç TKP duracak.

Uzun bir zamandır, dünya emperyalist sisteminin, ezilenlere bir çıkmazı işaret ettiğini görüyoruz: Güçsüz devletler. Merkezde güçlü devlet ve dev tekelci şirket yapıları varlığını korurken, bağımlı ülkelerdeki devlet yapılarının zayıflaması, dönemin temel talebidir. Çağdaş demokrasi, "düvel-i muazzama"da güçlü devlet, güçlü monopoller, dev dünya şirketleri, çevrede veya bağımlı ülkelerde ise ("yeni sömürgeler") yine demokratik, yani son derece güçsüz kamusal yapılar ve acenta konumundaki şirketler anlamına geliyor. İstenen budur.

Dolayısıyla bağımlı veya çevre ülkelerde, demokrasi adına kamusal yapıların kırılmasını, devletin güçsüzleştirilmesini önerenler, demokrasi acentalarıdır. Bunlara "emperyalist ajanlar" da diyebilirsiniz. Fark etmez.

O zaman açık bir sonuç çıkaralım: Çevre ülkelerde, uzun yıllardır etnik, dilsel, dinsel, cinsel vs nedenlerle baskı altında inleyenlerin, örneğin bizde, tüm çözümlemelerini "devlet" üzerinden oluşturmaları, sınıfı "kadük" veya aksesuar ilan etmeleri, merkezdeki "demokrasilerin" ana talebini yerine getirmek anlamına geliyor. İçerideki devleti, işkenceci ve baskıcı olduğu gerekçesiyle emperyalist merkezlerin desteğiyle kırmak, nötralize etmek, mümkünse sıfırlamak... Böylece eski yapıdan çok daha küçük ve elbette birbirine düşman yeni devlet parçaları oluşturmak... Mafya tipi dinci ve etnik devletçikler...

Dev tekellerin, ABD’de, AB’nin en büyüklerinde, özellikle Almanya ve Fransa’da, ayrıca Japonya’da, özellikle krizde güçlü devlet yapılarından yana olması, çevre ülkelerde ise devletin küçültmeye çalışması emperyalizmin "naturasına" uygundur. Emperyalizmin her demokratik talebi, çevre ülkelerdeki halkların boğazına yeni ilmekler geçirmek anlamına geliyor. Bir başka deyişle, çevredeki çok parçalılık ile merkezdeki monolitik devlet yapıları, özellikle dev silahlı güçleri, krizdeki dünya sisteminin yürümesi için yegane çaredir.

Tersinden de bakabiliriz ve şunu görürüz: Merkezde güçsüzleştirilecek devlet yapıları ile çevrede güçlenecek devlet yapıları, emperyalist yerleşikliği önemli tıkanmalarla karşı karşıya bırakabilir. Çevrede, diyelim Türkiye gibi, 10 yıl içinde 85 milyonu aşacak nüfusuyla, Avrupa’nın en büyük ve monolitik ülkesi Almanya’yı bile geride bırakacak bir ülke, eğer parçalanmazsa, emperyalist mekanizmaları işlemez hale getirebilir. Bunun anlamı, işkenceci Türkçülüğün kutsanması demek değildir. Doğrudur, 30 yıldır, Türkiye siyaseti, dincilik ve Türkçülükle, Kürt halkına inkarcı bir kinle yaklaşarak, bu ülkeyi idare etti, ama sistemi de tıkadı. Yolun sonuna gelindi. Tam bu noktada, ABD’nin, Almanya ve Fransa’nın, Türkiye’deki kamusal yapıları yerle bir edecek bir iktidarı (AkP), ordunun (AsP) yardımıyla ve koalisyonerliğiyle başa geçirmesi ("Büyük Koalisyon"), bir tesadüf değil, bir zorunluluktu. Türkçü MHP’nin, her türlü kanlı işe bulaşmış kadrolarıyla ve asıl önemlisi müteahhitleriyle, geniş emekçi yığınların haklarını savunabilecek bir devlet anlayışına sahip olmadığını biliyoruz AkP ve AsP’nin stepnesidir. CHP’nin de bu stepnelerin stepnesi olduğunu söylemek durumundayız. Demek sistem, krizde, siyasal unsurları birbirine benzetiyor. Merkezde, örneğin Washington, Berlin ve Paris’te yaşanan siyasal süreç, çevrede sayacağımız Türkiye’de de yaşanıyor. Siyasal kurumlar iyice birbirlerine benziyorlar, benzedikçe de birbirleriyle muhalefetçilik oynuyorlar.

13 Haziran’da böyle bir ortama yerleşmiş olacağız.

Şu, olabilir: Çöken sistemin merkezi unsurlarına hiç benzemeyen, onların tamamen zıttı biri büyük ve genç (TKP), diğeri görece küçük ama hâlâ bir direnç kültürü içeren (ÖDP) iki sol parti, bu ortamın panzehirini oluşturabilirler. Türkiye solunun bir başka geleneği, EMEP ise 13 Haziran’dan itibaren üstyönetiminde büyük bir temizlik yaşamazsa, sahneden temsil ettiği gelenekle birlikte silinme tehdidi altındadır. Ama bunlar var.

Başka türlü de söyleyebiliriz: 13 Haziran’dan itibaren, eğer genç TKP’nin hedefleri bir nebze olsun çıkarsa, siyasal gündemin tek maddesi Türkiye’nin derin direnç damarı devrimciler olur. Ankara, Berlin, Paris ve Washington, hep birlikte, bu yeni hedefe toplu bir saldırıda bulunmak üzere harekete geçerler. Daha doğrusu geçmek isterler. Bu konuda bizzat değil, önce paspaslarını, eski solun döküntülerini öncü müfreze veya "azap" olarak kullanacaklarını biliyoruz. Zaten de kullanıyorlar. Kızgınlıkları genç bir devrimci partinin, aydınlanmacı ve emekten, ezilen hakın özgürleşmesinden yana dostlarıyla birlikte Türkiye’nin kaderine el koyması değildir. O zaten var. Kızgınlıkları, Türkiye’nin tek bir istisnayla bile kaideyi ve "oyunu bozar" noktasına geldiğini görmüş olmalarına rağmen, bu direnç kaynağını sıfırlayamamış olmalarıdır. İyi.

Demek ki, Türkiye’deki büyük çürümeyi ve baskıyı, islamcı ve faşist bir rejime demokratik dönüşümü, "devlet güçleri" ile "ötekiler" arasında bir oyun gibi görmeye ve göstermeye çalışanlar, emperyalist merkezlerin büyük oyununda rol almaya dünden razı olanlardır. Ortada sınıfsal bir felaket var.

Bunu görenler var.

Emperyalizm, dünya tekelleri, çevre ülkelerdeki dönüşüm senaryolarını, önceki dönemin memurları üzerinden değil, hırpalananları üzerinden gerçekleştiriyorlar. Saddam, Bin Ali, Mübarek, hatta Kaddafi’ye layık görülen muamele ortada. Maalesef, eski solun kadroları, kendisini yeni sananlar en çok olmak üzere, tümüyle bu oyunun gönüllü anahtarlarıdır. Paspaslarıdır. Paçavralarıdır. Ama soldan da tasfiye edildiklerini görmektedirler. Sevindirici olan budur.

Bir başka noktaya işaret etmeden bitirmeyelim. Yalnız olmadığımızı görelim.

Gerek Türkçede ("Kapitalizmin Kısa Tarihi"-Yordam Kitap), gerek Almancada ("Kapital Kompakt") kitapları neredeyse aynı günlerde art arda yeni baskılar yapan, inatçı bir komünist profesör, Georg Fülberth, makalelerine de ara vermiyor. Nitekim son bir emperyalizm çalışmasında, dünyanın, 2007 sonrasında bir sistem krizine sahne olduğunu tartışıyor. "Marxistische Blätter"in yeni sayısında ("Imperialismus 3.0") Fülberth ve komünist dostları, emperyalizmin yeni dönemini sorgularken, gerçekten yeni ve ilginç sonuçlara ulaşıyorlar. Fülberth’in, "kavram fetişizmine karşı" uyardığı tezlerini de, bir başka "vesile-i hasene"yle, soL üzerinden genç devrimcilerin dikkatine bir biçimde açabileceğimizi umuyoruz. Burada geçerken ve çok kısa değinmiş olalım: Fülberth, belki bu kesinlikle ifade etmiyor, ama sonuçta ağır bir sistem krizinden geçtiğimize dikkat çekiyor. Bu yorulmak ve uslanmak bilmez ihtiyar delikanlının soru ve yanıtları, dünya komünistlerinin çoktandır yeni ve yaratıcı bir tartışma sürecine girdiğini, bizlerin de Türkçeden hareketle epeydir o sürecin bir parçası olduğumuzu gösteriyor:

"Cepheleşen bir emperyalizm mi yoksa eşgüdüm içinde bir emperyalizm mi? Saldırgan mal ve sermaye ihracatı, hammadde kaynaklarına girişlerin güvenceye alınması ve bu kaynaklara kapitalist ülkeler arasında rekabet içinde ulaşmak: 1945’e kadarki klasik emperyalizmin bu nitelikleri, reel sosyalizmin bitmesinden bu yana tekrar önem kazandı. Bu nitelikler pratikte gerçekleşirse, yalnızca uluslararası alanda yapılabilecek olan finans piyasalarının ve maddi bütçenin düzenlenmesi işi, olanaksızlaşır. Her iki varyant da -yani klasik emperyalizme dönüş veya yeni bir uluslararası rejim-, geçen onyılların (gerek 1945 ile 1973, gerekse 1973 ile 2007 arasındaki) siyasetiyle bir kopuş anlamına gelebilirdi ve böyle bakınca da, 2007-2009 arasındaki kriz her halükarda bir sistem krizi olabilirdi."

Bir sistem krizindeyiz. Rejimler, bu rejimlerin sağ ve sol cepheleri dönüştürülüyor. Sadece yaratıcı bir sol çerçevesinde direnenlerin şansı var. Bunlar da birbirlerini pek tanımadan, birbirlerine yaklaşıyorlar. Örneğin, kavram fetişizminin, eski solun bir "emaresi" olduğunu biz de uzun süredir yineleyip duruyoruz. Demokrasi fetişizmi, eski solun emperyalizme nihai bir hizmetidir gerçekten de. Neyse...

Sonuçta sevindirici olan, Türkiye’deki "sol gericilikle" emperyal merkezlerin talepleri arasındaki paralellikler değildir. Sevindirici olan, çoktandır, büyük bir devrimci kalkışmanın merkezindeki Türkiye soluyla dünya komünistleri arasında yaratıcı, inatçı ve derin arayışların birbirini besleyen bir paralelliğe dönüşmesidir. Bunlara tekrar döneriz.

Hep söylüyoruz, dışarıdan öğreneceklerimiz, bizim asıl dışarıya öğreteceklerimiz yanında pek o kadar önemli değildir. Asıl önemli olan, bizim kapasitemizi anlayabilecek ve vargılarımıza ilgiyle yaklaşabilecek bir yeni dünya solunun da biçimlenmeye başlamış olmasıdır. Devrimci akıl, yerleşik sınırları çok daha kolay aşar oldu.

Şansımız büyüyor. 13 Haziran, sandıktan ne çıkarsa çıksın, bu büyüyen şansı da içerecektir. Şimdiden ilan etmiş olalım.