Üçüncü Dünya Savaşı mı?

Hayır, insanın aklına gelmiyor değil doğrusu. Malum, biz, bağımsız dinsel veya etnik ısrarlara biraz uzağızdır. Kültürel kimliklerden, dillerden, dinsel inançlardan, cinsiyet tartışmalarından falan doğan hareketlere, onların üzerinde yükselen, onları temel alan siyasal yaklaşımlara da, kendi başlarına, iyi gözle bakmayız. Kendisini mutlaklaştıran bu çıkışları, birer türev olarak değerlendirir ve sınıfsal çözümlemelerin parçaları, daha doğrusu göstergeleri olarak ele alırız. Bağımlı değişkendirler bizim denklemlerimizde...

Biz önce sosyalizmden hareket ederiz.

Ama sahnede olup bitene göz kapayıp kulak tıkayacak kadar da realiteden kopma niyetimiz yoktur bilinir. İşte her şey ortada: İslam dünyası, daha doğrusu müslümanların yaşadığı bütün coğrafyalar resmen alev alev yanıyor. Yakılıyor. Başka yerlerde bu telaş ve kan yok nedense. Ama dünya yoksulları ateş çemberinde. Birbirlerinin boğazına sarılmış durumdalar. Bu cehennemin içinden Batı’ya doğru da, Nâzım’ın unutulmaz benzetmesiyle Akdeniz’e doğru, bir kısrak başı gibi Türkiye uzanıyor.

Neden?

Daha doğrusu: Ne yapacağız?

Arap dünyasındaki kalkışmalar, bugün bakınca rahatça görüyoruz, başlangıçta gafil avlanmasına rağmen, ABD ve müttefikleri tarafından zamanında denetim altına alınabildi. Geç uyandılar, ama iyi yönettiler. Öyle görünüyor. Şimdilik öyle görünüyor. Demek bu yangının sürmesi, bu şartlarda, Batı başkentlerini pek de rahatsız etmez: "Şeytan azapta gerek"... Sosyalist bir tehdit, bir sol alternatif yoksa, dünya sistemi, İslam dünyasındaki yangını, istikrarsızlığı, neden minnetle karşılamasın?

Bir yangının içindeyiz isteyen buna düşük yoğunluklu bir "Kısmi Dünya Savaşı" da diyebilir, "Üçüncü Dünya Savaşı" da. Yeni dünya savaşının, ilk ikisine aynen benzeyeceğini kim iddia edebilir? İkincisi de birincisine pek benzemiyordu zaten. Her ne ise, şu veya bu biçimde, Kuzey Afrika’nın (dün yine bir intihar bombacısının eylemine sahne olan Fas dahil) Atlantik kıyılarından Çin’e kadar müslümanların yaşadığı bu coğrafyada yangınlar patlak verip duruyor. Balkanlar, Türkiye, Türk cumhuriyetleri veya İran-Afganistan-Pakistan ve hatta Hindistan çizgisinin dışında, tüm Arap âlemi de bu deprem kuşağındadır. Pratikte bölünmüş Sudan bile.

Yeni dünya savaşının böyle bir tabloda seyredeceği düşünülebilir. Belki öncekilerden daha düşük yoğunluklu, ama her durumda zengin merkezlerin, metropollerin dışında tutulan bir boğazlaşma. Metropoller yıkımın etki alanı dışında kaldığı ve aşağıdaki boğazlaşmayı da rejim değişikliği falan diye yutturup yönetmeyi başardığı sürece, eski rejimlerin çözülmesinden hiç rahatsız olmaz. Tersine, onları sahneler. Zaten de öyle yapıyor.

Geçen yıl mart ayında Rus araştırmacı ve Jeopolitik Sorunlar Akademisi İkinci Başkanı Konstantin Sivkov, Pravda’nın İngilizce baskısında (*) tanıtılan ve bir dünya savaşı sürecinde olduğumuzu ileri süren makalesiyle belli çevrelerin ilgisini toplamıştı. Ortodoks Hıristiyanlığın, Müslümanlığın ve Budizmin bir saldırı altında olduğuna dikkat çekiyor, dünyanın bir kültürel krizden geçtiğini savunuyordu. "Dünya ölçeğinde yaygın bir savaşın yavaş yavaş yükseldiğini ve bu sürecin üçüncü aşamasında bulunulduğunu" belirten Sivkov, mevcut çatışmaların antagonist özellikler taşıdığı iddiasındaydı.

90’ların ortasından bu yana, zaman zaman "Üçüncü Dünya Savaşı" etiketinin gündeme getirildiğini biliyoruz. Ayrıntıya girmeyelim, belki daha sonra yapabiliriz. Sonuçta "Üçüncü Dünya Savaşı"ndan geçip geçmediğimizin, dünyanın çeşitli dillerinde sorulduğunu ve yanıtlar arandığını biliyoruz. Biz bunu Türkçede neden yapmayalım?

"Akdeniz’e, şu cehennemin ortasına bir kısrak başı gibi uzanan memleketimizi, Türkiye’yi, doğrudan ilgilendiren bir yangının içindeyiz" dedik. Önümüzde darmadağınık bir halde hayata tutunmaya çalışan halklarıyla geniş bir coğrafya olduğunu görüyoruz. Bu coğrafyayı görmezlikten gelemeyiz, ayrıca tarihsel ve güncel nedenlerle bu bölgelerin insanlarıyla bizim insanlarımızın kaderleri yakın etkileşim içindedir. Oralar yanarsa, biz zaten yanarız. O halde...

O halde bu yangına, artık kimi çevrelerde "özgün ve yeni bir dünya savaşı" olarak tanımlanmaya çalışılan bu yıkıma, müdahale etmek zorunda kalacağız.

Soru şu: Bu yıkımdaki insan ve tarih malzemesine benzeyerek mi, yoksa kendi birikimimizden, gerçekten derin damarımızdan ve aydın donanımımızdan, sınıf mücadelesi deneyimlerimizden, yani aydınlanmada attığımız ileri adımlardan hareketle mi?

Bizim dışarıdan öğreneceklerimiz var, tamam, ama ondan daha çok bizim dışarıya öğreteceklerimiz var.

İşte bu bakış, Türkiye devrimcilerinin ana damarını tarif etmektedir ve Batı’yı bir model olarak görmeyi-göstermeyi reddetmektedir. Batı’dan bir şey öğreneceğine inanmayan bir hareket, böyle bir yangın yerinde, bütün ezberleri ve oyunları bozabilir. Sadece o, böyle bir görevin üstesinden gelebilir. Yoksa bu yangın, insanlığı yerle bir eder.

"Üçüncü Dünya Savaşı" ise içinden geçtiğimiz bu süreç, o zaman büyük ve daha önce düşünülmemiş ittifaklara da hazır olmamız, hatta bunları gerçekleştirmemiz gerekecektir. Ama kendimizi hiç saklamadan: Biz her şeye sosyalizmden hareketle bakarız ve her sorunu sosyalizmden hareketle çözmeye çalışırız.

Sevgili bir hocamızın o güzel kitabının başlığından hareketle söyleyelim: "Her Zaman Sosyalizm" diyenlerin ittifak ve iktidar şansı, yani yıkıma son verme olanağı, herhalde bunu söyleyemeyenlerden çok daha yüksektir.

-------------------------------------------
(*) http://english.pravda.ru/world/americas/25-03-2010/112718-world_war_thre...