Sol Cephe! Neden mi?

Bir sahne kuralım...

O sahne yardımıyla derdimizi daha iyi anlatabiliriz ama önce soralım: Devrimci durumların sevimli bir yanı olduğunu kim söylemiş? Değildirler. Tersine, son derece sevimsizdirler insanı boğan sıkıntıların, çaresizliklerin toplumsal siyasetteki karşılığında çalışan sınıfların iktidar olasılığı da yattığı için, biz, literatürümüzde onlara özel bir yer ayırmışızdır, fakat doğrusu sevilecek bir yanları yoktur.

Demek ki, her devrimci durum, hani şu yönetenlerin de yönetilenlerin de "eskisi gibi" yönetmeyi ve yönetilmeyi kabullenemedikleri, zaten de beceremedikleri kriz dönemleri, bir boğuntunun adıdır.

İşte içinden geçtiğimiz böyle boğucu bir dönemde, şöyle bir sahne düşünün:

Bir grup insan, İstanbul'da küçük bir binanın küçük bir odasında, diyelim yarın saat 12.00'de bir basın açıklaması yapacak olsun. BDP ile TKP, ÖDP, EMEP ve hatta Halkevleri'nin en üst düzey temsilcileri, yarın saat 12.00'de Türkiye halkına, emekçi sınıflara, "mealen" şunu söylesin:

"Türkiye bir çöküş sürecindedir ve artık dönüşü olmayan bir yıkım yoluna girmiş bulunuyor. Biz, Türkiye ilericiliğinin ana akımları, bu cumhuriyetin tarih sahnesinden silinmesini engelleyip sol bir ruhla ayağa kaldırmak, içindeki bazı tarihsel haksızlıkları iptal etmek ve emekten yana yeni bir kuruluş örgütlemek için, ortak bir program hazırlamaya ve bunu uygulamaya karar verdik. Batırılan Türkiye'den, ilerici, Türk ve Kürt ana unsurlarından oluşan, eşitlikçi ve özgürlükçü bir cumhuriyet çıkarmak üzere güçlerimizi birleştirdik. Şu andan itibaren üzerinde ana hatlarıyla anlaştığımız acil programı halklarımıza anlatacağız, derinleştireceğiz ve 'tüm iktidar ezilenlere' diyerek uygulamaya koyulacağız. Yeni bir Türkiye yaratacağız. Bu hedefi gerçekleştirmekte kararlıyız."

Bu kadar...

İyi mi?

Böyle demiş olsun bir avuç kadın ve adam.

Eğer derlerse ve saat 12.00'deki bu toplantı, diyelim, saat 13.00'te biterse, Türkiye ve yakın çevresinin tarihi saat 13.01'den itibaren kökünden değişmeye başlar. Türkiye gericiliğinin tek ve ana bir hedefi vardır artık: Sol cephe! O, sermayenin karşısındaki yegane hedeftir. Medya bunu önce belki görmek istemez, ama ülkenin kaderi bu açıklamayla birlikte kökünden değişmiştir. Fazla direnemeyeceklerdir. Görecekler ve bu cepheye savaş ilan edeceklerdir. Aslında da, Türkiye'nin tüm dengelerinin değiştiğini kabullenmiş olacaklardır.

Şu, kesin: Böyle bir açıklama sonrasında, Türkiye'nin ve yakın çevresinin, sadece bölge solunun değil, dünya solunun da tarihinde bir sıçrama gerçekleşecektir. Türkiye'nin "makus talihi" o basın toplantısıyla birlikte tersine dönecek ve biz, hep birlikte, daha yolun başındayken bile, yeni bir zamanı yaşamaya başlayacağızdır. "Öğrenilmiş çaresizlik" bir anda, iktidar yürüyüşünün öğrenilmesine dönüşecektir. Batan Türkiye, kurtuluş doğrultusunda, yani olumlu anlamda altüst olacaktır. Türkiye ilericiliğinin diğer kolları da zamanla bu cepheyle bir dirsek teması aramaya başlayacak ve hatta yeni Kemal Derviş'in, Kılıçdaroğlu, CHP'yi "sola çevirmesi" gibi olmayacak duaya amin diyenler bile, karşılıksız bir aşkla bağlandıkları o partinin dönüştüğünü ilk kez göreceklerdir.

Olur mu?

Neden olmasın?

Hep böyle olur. TİP ve onun yükselişini izleyen devrimci gençlik hareketleri olmasaydı, CHP'nin 70'lerde solculuk oynamasına gerek kalır mıydı?

Bir uzlaşma ve bir küçük basın toplantısı, atom çekirdeğinin parçalanmasını andıran bir enerji açığa çıkarır. Öyle ki, Türkiye'de bu cephenin etkisi dışında artık yaprak bile kımıldamaz olur.

Peki.

* * *

Bir şeyi biliyoruz: İtildiğimiz şu an’dan, ya emekçi sınıflardan yana bir iktidar ya da -normal koşullarda- sermayenin “çağdaş faşizmi” çıkacak. Dinci, etnikçi, ekonomik açıdan da son derece liberal bir faşizm olacak bu ve ilerici bir iktidardan daha yakın bir olasılık gibi görünüyor. "Öğrenilmiş çaresizliğiyle" solumuz, şimdilik ilk olasılığa fazla itibar etmeyi güçleştiriyor... "İslamofaşizm"i epey bir kanıksadığını görüyoruz.

Ancak, Türkiye solu, belki tam da bu zorluk nedeniyle, tarihsel bir sorumluluk ve fırsatın eşiğinde de bulunuyor.

O nedenle, iktidardaki büyük koalisyona (AkP-AsP) karşı ve emekçi sınıflar lehine bir büyük koalisyon, daha kısa bir ifadeyle “sol cephe”, hem cumhuriyeti hem de bu cumhuriyetin iki ana kurucu unsuru olan Türkleri ve Kürtleri kurtaracaktır. Bütünlüklü ve büyük bir siyasal birim olarak cumhuriyetin kurtuluşu ve yeniden kuruluşu iç içe geçmiş görünüyor.

Olabilir tabii: Gerçi, koşullar ilk bakışta böyle düşünmeyi hiç de kolaylaştırmıyor, ama ortada tarih var. En ağır dönemlerimizde bile inanılmaz örnekler vermedik mi? 12 Eylül faşizmine cezaevlerindeki kitlesel direnişler, devrimci onur için binlerce insanın topluca ölüm oruçlarına yatması, ailelerin halkı da avuçlarına alan o korkunç antikomünist histeriye rağmen çocuklarını cellatların elinde savunmasız bırakmaması, o iradenin bir izdüşümü olarak "aydınlar dilekçesi" türünden bir büyük çıkış, artımızdır. Değil midir?

Öyledir.

Bir örnek: 1976-1983 arasında Arjantin’de faşist generallerin darbe rejimi vardı. Bizdeki faşistler 1980’de iktidara oturdu, malum. Yaşıt sayılırlar. Ama Arjantin’de, bizde o boyutlara ulaşmamış bir cürüm, 30 bini aşkın “kayıp” var. İnsanlar resmen kaybedildi. Arjantin halkı çocuklarına yeterince sahip çıkmış mıdır gerçekten? Hadi, kendi gediklerimizin farkında olduğumuzu bilerek şöyle formüle edelim: Türk katiller, gencecik devrimcilerimize işkenceler, yargısız infazlar, sürgünler reva görebildi. Ama 30 bin insanımızı 'kaybedemediler". Türk faşizminin kaybettikleri, Arjantinli faşistlerin çok gerisinde kalmıştır. Biz, bunu faşist katillerin insanlığına bağlayacak değiliz. Fakat rakamları karşılaştırdığımızda, bu ülke halkının, çocuklarını, faşist cellatların keyfine, antikomünist histeriye rağmen, pek o kadar kolay teslim etmediğini görüyoruz. Katillerin elini kolunu bağlayan bir şey vardı ve bu, sadece SSCB değildi: Türkiye halkındaki o ilginç koruyucu enerji... Buna ileride tekrar değinmek isteriz. Ama tabii geçici bir yanıt da bulmak durumundayız. Türk faşistleri, Türk gericiliği, dünyanın başka faşizmlerinde, isteyen 1933-1945 arasında mezbahaya dönüşen Almanya’yı da hatırlayabilir, kolayca kaybedilenleri neden kendi iktidarında bu pervasızlıkla deneyemedi? Daha insancıl oldukları için mi yapamadılar? Kan içicilikte adamların birbirinden farkı yoktu. "Kaybedilenler" arasındaki bu farka, halktan ve aydınlanma deneyiminden hareketle yanıtlar bulmak zorundayız. Dinci-etnikçi ve liberal faşizmlerde, kayıpların sayısını kimse tutamayacaktır bundan eminiz.

Elbette yeterli sayılmaz. Ama Anadolu halkının artıları da var, hatta yenilgiyi, iktidarsızlığı, iktidar kaçkınlığını solculuk sanan, bugün -Nabi Yağcı'ların, Halil Berktay'ların, Ömer Laçiner'lerin temsilciliğinde- artık tam bir karşıdevrim yuvasına dönüşmüş eski solumuzun bile geçmişinde taşıdığı bazı artılar var. Onları da alıp yürüyoruz zaten. Sırf onlara dayanarak hiçbir şey olmaz, tamam, ama geçmişimizden gelen bir enerjiyi reddedecek kadar da ahmak değiliz. Bu duyarlılığın yayıldığına tanık oluyoruz.

Sonuçta, rüzgar dönerken, yeni bir rota belirlemek zorundayız.

Nasıl mı?

Daha önce hiç denemediğimiz bir kurguyu sahneye çıkararak...

* * *

O kurgu şudur: Bizim en kısa sürede bir sol ittifak, iktidardaki bu büyük gerici Türk-Kürt ittifakına karşı bir ilerici-devrimci Türk-Kürt ittifakı kurmamız gerekiyor. Sınıf üzerinde yükselecek sol cephe, cumhuriyetçi, sonuna kadar laik, ortakçı bir yaşamı, dolayısıyla Türkiye'yi garantiye alabilecek yegane güçtür. Bir acil iktidar programı oluşturmamız şart. Şu anda, programdan daha etkili bir sınıf silahının olmadığı biliniyor. O halde...

Sol cephe!

Hemen!

Program için hemen!