Sınıf, medya ve görev (1)

Aslında Metin Çulhaoğlu’nun geliştirdiği yaratıcı kurgunun sınırları içindeyiz. Belki de sadece yinelemiş oluyoruz: Daha öncesini bırakın, modern zamanlarda, kapitalizmde, sınıflar birbirlerinin karşısına sınıf bayraklarıyla çıkmıyorlar. Daha öncesi çok daha fazla böyleydi. Biz, sınıf kavramının yayılmaya başladığı "marksizmli zamanları" kastediyoruz. Sanayi Devrimi sonrasında, modern sınıflar, tüm modernliklerine rağmen, birbirleriyle "sınıfsal referansları" eşliğinde ilişki kurmadılar. Gerçi özellikle Almanya’daki sınıf mücadelelerinde bu tür kamplaşmalar hiç yaşanmadı değil, ama kalıcı bir ağırlık yaratamadılar. İnsanlar hâlâ sınıf dışında her türlü kimliği kabulleniyorlar, ama sınıfı kabullenmiyorlar. Tamamen karşı çıkamıyorlar tabii, ama bir kimlik kartı gibi de taşımıyorlar. Başka ortaklıklar, başka zeminler, başka kimlik kartları öne çıkıyor. Sermaye-emek temel çelişkisi resmen gürültüye gidiyor.

Bu, daha ilk bakışta bile tuhaf bir durum. Hele hele bizim açımızdan çok tuhaf bir durum. Siz, tarihi "sınıflar mücadelesi" olarak açıklıyorsunuz, ama o sınıflar, hiç de öyle ellerinde sınıf bayraklarıyla falan cepheden karşı karşıya konuşlanmıyorlar. Gerçi ellerinde bir sürü bayrak, bir sürü pankart falan var, fakat bunların hiçbirinin üzerinde "proletarya" veya "burjuvazi" yazmıyor. Hadi burjuvaziyi bir yana bırakalım, proletaryanın bile böyle şeyleri duymak istediği kuşkuludur.

Neden?

Neden insanlar sınıfsal aidiyetlerini açıkça ilan eden taleplerle ortaya çıkmıyorlar da, araya başka sloganlar veya bahaneler sokuyorlar? Çulhaoğlu’nun kavramlaştırmasından güç alarak söylersek, "dolayımların" kaçınılmazlığı biraz da böyle bir ruh haritasının sonucu değil midir?

Öyledir.

Tuhaflığın ötesinde trajik olan, burjuvazinin sahneye patron olarak çıkmaması değildir, trajik olan, işçi sınıfından milyonların, emekçi yığınların, böyle bir kimliği bilerek ve isteyerek "kabullenmemesidir". Demek ki, ortada hiç öyle kendiliğinden bir "emekçi kimliği" falan bulunmuyor. Hatta bu tür bir kimliğe açıkça direniliyor. İdeolojilerin gücü, belli koşullar altında, realiteyi önünde sürükleyebiliyor. Bu, herhalde, Lenin Okulu’nun varlık nedenini de oluşturan dahice bir bulgudur. "Ne Yapmalıcılar", işte bunu iyi bildikleri için, örneğin, "parti tasfiyecilerini" asla affetmezler. Yoksa, cemaatçi bir ruh haliyle "Vay sen partimize halel getirdin, bizi siyaset sahnesinden iteledin" falan diye birilerine "karakter çekmek" değildir dertleri. Son seçimler sol tarihimizin en acımasız tasfiye bir kampanyasına sahne olmuştur. TKP ve kısmen de ÖDP’nin bu dalgayı atlattığını söyleyebiliriz. İş, çok büyük...

Bugün geldiğimiz nokta ise çok daha karmaşık.

Ne olduğuna bir bakabiliriz: Burada, bu zamanda ve bu ülkede. Yıkımın eşiğindeki Türkiye’de...

Ortada bir ulusal sorun mu var, yoksa toplumsal sorun mu?

Sanayileşmenin ilk evrelerinde, istenirse İkinci Dünya Savaşı’na kadar uzatılabilecek bir dönemde, özellikle marksist okul tarafından toplumsal sorun ("Soziale Frage") olarak kavramlaştırılan olgu, bir fecaate karşılık geliyordu. Düşük ücretler nedeniyle yaygın yoksulluk, yetersiz beslenme, öldürücü uzunluktaki çalışma süreleri, kadın ve çocukların çalıştırılması, sosyal güvenliğin yokluğu, grev yasakları, sendika veya işçi partileri kurma yasağı, yaygın alkolizm, barınma koşullarının hayvanlara layık bir düzeyde bulunması, sağlık ve eğitimde aşağı sınıfların içinde çırpındığı korkunç bataklık, bugün biçim değiştirmiş bile olsa, "postmodern zamanlarda" da sahnenin hakimidir. Metropollerin biraz dışına bakılırsa görmek kolay.

Değil midir?

Peki, öyleyse, toplumsal sorun mu, ulusal veya dinsel sorun mu önemli?

Egemen sınıflar yeni zamanlarda, isteyen "postmodern zaman" da diyebilir ille karşıdevrim kokan kavramlarla derdini anlatmak istiyorsa, bir şey yapıyor. Bugün her toplumsal sorun, yani emekçi halkın günlük yaşamını doğrudan ilgilendiren her rezalet, oligarşinin yemlendiği her bataklık, mutlaka etnikleştiriliyor, dinselleştiriliyor/cinselleştiriliyor, askerileştiriliyor veya kriminalize ediliyor. Hepsi bir arada... Demek ki bir şey saklanıyor: Sorunların sınıfsallığı...

Bunu, egemen sınıflar yapıyor. Ama ezilenler de yangına körükle gidiyor. O zaman sınıflı toplumların tarihindeki bir geleneğin, bugün de yaşandığını söyleyebiliyoruz. İnsanlık tarihinde hep böyle oldu. Sınıf mücadelesi, temeldeki emek-sermaye çelişkisini (burjuvaziyle proletaryanın karşıtlığını) görünmez kılan dinsel, etnik, hatta etik, kültürel vs cepheleşmelerin tarihi olarak sahne aldı. Bugün de değişen pek bir şey yoktur.

Değişen ve bizi şaşırtan, bunun uzun bir "reel sosyalizm" döneminden sonra bugün hâlâ gündemdeki ağırlığını koruyabilmesi, hatta daha da etkili olmasıdır.

Kendi başarısızlığımıza sonra geleceğiz. Ama ortada her türden dincinin, bizde islamcının, her türden milliyetçinin ve en önemlisi Batı’nın köktenci demokratlarının (en yeni gerici dinin), yani bütün gericiliklerin el ele bu sis bombasından yararlanması gibi bir dert var. Batı’nın demokrat gericiliği ile her çeşit dinci, etnik, kültürel vs kamplaşmalar, birbirlerinden nefret ederek ve birbirlerini hedef alarak ortak bir cehennem yaratmayı başarmıştır.

Anlaşılan bu cepheleşmeler, neoliberal veya postmodern dünyanın, en doğrusu "çağdaş kapitalizmin ve onun ahir zaman dini demokrasinin" bir gereğidir: Dünya, tek tek ülkeler, halklar, dinsel, etnik, kültürel, cinsel vs sınırlarla yeniden ve yeniden parselasyona tabi tutulmalıdır. Öyle ki, bu parçalanmışlıkların üstüne sermaye, her türlü sınırlamadan muaf bir biçimde kapaklanabilsin, hepsinin üzerini bir fanus gibi kapatsın ve sömürüsünü katmerlendirsin...

"Tersinden gidilmesinde yarar var" diye düşünülebilir. Yani dünyayı sınıfsal ölçüler veya ölçütlerle, halkları büyük siyasal birimler halinde bir arada antiemperyalist bir formasyonla yaşamaya mecbur kılan katı laik bir formasyon bünyesinde tanımlamak daha doğrudur. Böyle bir yaklaşım da mümkün.

Bu, kuşkusuz bizleri iki köktenci cephenin dışında tutacaktır ve doğruya yaklaştıracaktır.

Ama sorun da orada zaten. Bu yeni formasyondan çıkarı olanlar, maalesef buna en uzak duranlar. Dinsel, cinsel, etnik, kültürel, ahlaki, iklimsel, çevresel vs gerekçelerle, ortaklaşa ve büyük birimler halinde, emperyalizmin politikalarına karşı cephe oluşturacak şekilde bir arada yaşamak istemiyorlar. Gözleri emperyalist demokrasinin nimetleriyle kamaşmış durumdadır.

Soru burada anlamlıdır: Ne yapacağız? "Ne Yapmalıcılar" ne yapabilir?

Mevcut olanın dışında kalmak adına sınıf doğruculuğu mu yapılmalıdır?

Halkları öz çıkarları doğrultusunda harekete geçirmek için, mevcut sloganların tam tersini söyleyen küçük cemaatler olarak kendi kendimizi tatmin etmek, bir siyaset sayılabilir mi? Kuşkusuz, bu çemberi parçalayacak şekilde yeni çizgiler çekmemiz gerekiyor. Ancak, "Ulus yok, din yok, cinsel ayrım falan yok, sadece sınıf var!" diyerek ne yapılabileceği, hele hele birçok doğruyu sakız ederek her biri diğerinden daha bayağı "reel sosyalist kadroların" 1989’da bir dünya sistemini getirdikleri yer, son derece öğreticidir.

Bugün halkların gerçek çıkarlarını, yeni bir dille yeniden ve yeniden nerede olduğunu o halklara anlatmak zorundayız.

Bunu da, medyayı yok sayarak yapamayız. Çarpıtıyor diye medyaya kızmayalım, işi bu, ama biz insanların baktığı yerde durmak ve doğruları söylemek zorundayız. İnsanların dikkatini üzerimize çekmek zorundayız.

Dolayısıyla, kendi medyamızı bu muharebe ortamına bir baş hedef olarak yerleştirmedikçe, halkın ilgisini buraya toplamadıkça, en açığı, egemen sınıfların bir türlü ortadan kaldıramadığı bir ana hedef haline gelmedikçe, ömrümüzü bir "şamar oğlanı" olarak tüketmeye mecbur kalırız.

Medyamıza geldik. Derdimiz o. Neden solun yetiştirdikleri, egemen sınıfların modern işkence aygıtları olarak makbul medyada böyle başarılı oluyor da, ortalıkta sol medyanın "esamisi" okunmuyor? Neden başarısız oluyoruz?

Yanıt arayacağız. Ancak, bir şey kesin: Biz bu ortama müdahale etmezsek, biteriz.

İyi.

Önümüzdeki hafta bu noktadan tutarak devam ederiz.