Sanat Cephesi: Yeniden Değil, Yeni’den!

Önceki gün yine akıl açıcı bir yazısında, Aydemir Güler, “kontrolsüz güç” sendromlarına dikkat çekti. Buradan hareketle ve sanat pratikleri üzerine, özellikle de Sanat Cephesi’nin yeni dönemi üzerine söylenebilecek şeyler var.

Türkiye’de sol hareket, görkemli 1960’larda, 1970’lere kadar uzanan bir dönem, Türkiye’de kontrolsüz büyüyen bir güç halini almıştı. O dönem sola ve şiire bulaşmış birçok ismi, 1980’den sonra hızla “politik sanat” düşmanı yapan ve marksizme, daha doğrusu sosyalizme reddiye çıkaran mekanik aletler haline getiren bir güçtü bu. Kontrolsüzdü. Kaynağını boğmak zorunda kalan bir güç yani. Kontrolsüzlüğü, entelektüel şiddet yoksunluğu ile açıklayabiliriz.

Eski bir yol arkadaşımız, daha sonra geliştirmediği bir tepki kategorisi içinde, 1970’lerin ikinci yarısındaki sol sanat hareketlerini “kültür karşıdevrimi” kapsamında çizmişti ve haklıydı. Dergileri, sinemacıları, şairleri vs ile sol adına sol düşmanı bir karşıdevrim yaşanıyordu. Kültür-sanat hareketlerinin o dönemdeki taşıyıcıları, birkaç istisna dışında, 12 Eylül’den hemen sonra sola ve sol sanata, artık ne menem bir şeyse, birer düşman haline geldiler. O kimlik, bütün cepheleriyle 12 Eylül’den sonra Türkiye’deki sanat arenasına ağırlığını koydu. Dolayısıyla epey önce “şair” Adnan Özer’in, herhalde kafadarlarıyla paylaştığı şey, Türkiye’deki sanat dünyasına marksizmin egemen olduğu, bunun da despotik bir egemenlik anlamına geldiği yolundaki hezeyanları, aslında 60’lardaki görkemin yadsınması ihtiyacından kaynaklanıyordu. Buna ileride tekrar döneceğiz.

Neyse...

Bugünlere geldik.

Bugün o sol güç, elbette geçmişte yönetilemediği için kaynağını boğmuş görünüyor. Artık sol ve sanat yan yana gelebilecek şeyler değildir. Sol, devrim ve sosyalizm düşmanlığının, yine solculuk, devrimcilik, hatta marksistlik maskesiyle icra edildiğini biliyoruz. Eh, hazretler, bu yöntemle ve resmen marksist-leninist (ML) tezler ve sloganlar yardımıyla 1989-1990 dönemecinde koca bir dünya sistemini yıkmayı da başardılar.

Sanat Cephesi işte böyle bir dönemin çok sonrasında atağa kalkıyor. Yeniden değil, yeni’den...

Sorulabilir tabii: Gerek var mıydı?

Sanat pratikleri, sadece solcuların yapabileceği ve yapması gereken şeylerden midir? Değildir. Ama en önemli tehlike, başka bir yerdedir: Geçmişteki sanat pratiklerinin sağını solunu rötuşlayarak, onları reddetmeksizin bugüne taşımak, solun sanat alanındaki macerasını daha başlamadan bitirmek anlamına gelecektir. Sanat, artık egemen sınıfların en verimli bir tarlasıdır.

Sanat Cephesi, eğer geçmişle arasındaki bağı yaratıcı bir biçimde koparabilirse, yani bir bebeğin doğumdan sonra göbek bağının kesilmesi gibi bir “ameliyeyi” geciktirmeye devam ederse, bu âlemin elinde kangren bir oyuncak olmaktan kurtulamaz.

Demek geçmişteki şu veya bu “sol sanat hareketi”nin ya da derginin, bugünün koşullarında bir “ML” ekiyle devamı olmak, yeni bir çıkışın ölü doğumunu müjdelemek anlamına geliyor.

Geçmişin bütün solcuları, Kaan Arslanoğlu’nun ilk romanı Devrimciler’de çizdiği acı bir gerçeğin, çirkin bir sahnenin istekli kahramanıydı. Yazar çizerlerin neredeyse hepsi, “aydınlar”, askeri darbe sonrasındaki sanat dergilerine iltica ettiler. Tabii sadece yazarlar değil, okurlar, yani devrimci gençler de... Yani şimdi “marksist” diye anılan dönemin meşhurları, eylül gençliğini yaratan imzalardı ve alıcıları çoktu. Sermayenin sanat dergilerini marksistler doldurdu. Unutacak halimiz yok.

Sanat Cephesi’nin bambaşka bir yol açıcı olması gerekiyor.

Sosyalist kazanımları satışa çıkarmayan, ama bu kazanımlarla artık yeni bir yere gidilemeyeceğini bilen bir tutum.

Trajik yanları da var.

Örneğin reel sosyalizme sahip çıkan bir çizginin, o sosyalizmin bir daha aynen gerçekleşmeyeceğini, o sosyalizmdeki sanat pratiklerinin de taklit edilemeyeceğini bilmesi gibi bir trajedi... Seviyorsunuz, haklı da buluyorsunuz, ama artık yeni zamanlarda o geçmişin hiç bir işe yaramayacağının da farkındasınız. Geçmişi, cesetlerinizi gömmek zorundasınız...

Demek ki, Sanat Cephesi’nin geçmişteki şu veya bu çizginin, sanatsal olsun siyasal olsun, yerli olsun uluslararası alanda olsun, kesintisiz ve müdahalesiz bir devamlılığı temsil etmesi mümkün değildir.

O zaman ne olacak?

Mutlaka bir şeyler olacak. Bu dergi, Türkçenin ulaştığı her yerden bir yankı bulmak zorunda. Egemen sahneyi altüst etmeye mahkum. Geçmişi mutlaka gömecek. Yeni bir şenlik alanı kuruluyor kolay değil.

Bunun dışındaki arayışların, çok önemli bir olanağı heba edeceğini düşünmek, “ağır kaçmak” anlamında okunmasın: Sanat Cephesi elbette çevreye açılmalıdır, ama bu daha önce bize bulaşmamış bazı isimlere “hadi burada da konuş ve yaz” anlamına gelmemelidir.

Yürümez.

Neden?

Çünkü geçmiş zamanlarla bugünler arasında sınırlar var. Geçmiş zamanın sanat ve siyaset pratikleriyle, bugüne kalan, yani biriktirilmiş entelektüel şiddet arasındaki fark çok büyüktür. Karşılaştırılamayacak kadar büyüktür.

Bize kalan her şeyi eski solun kategorileri içinde görmek zorundayız.

Bize kalan her şeyi eski sanat kategorileri içinde görmek zorundayız.

Bize kalan her şeyi, bir biçimde gömmek zorundayız.

Geçmişe nur yağdıramayız. Geçmişte, hele Türkçenin sanat pratiklerinde, pek o kadar “kahramanımız” da yok. İstisnalar abartılmasın.

Bu, yaratıcı akla, sorumlu, geçmişteki emekçi halkların ve aydının kazanımlarını koruyan bir inada sahip çıkmak anlamına gelecektir.

Taşıyıcılık ve yenileyicilik gerçekten zor.

Örneğin, şu anda piyasada hiç değilse 150-160 kadar sanat-edebiyat dergisi var. Onun herhalde iki katı da edebiyat blogları... Bunlar arasında bir seçim yapmak, yaygın dağıtımdaki bir dergi olarak bu yığının içinden Sanat Cephesi hareketine dost olabilecek başlıkları tanıtmak, onlardaki üretimi aktarmak önemli bir adımdır.

Belki önümüzdeki hafta, belki daha sonra yine değineceğiz: Sanat Cephesi çok büyük bir olanak olarak ve büyük destekle yeniden doğuyor. Bu yeniden doğumu hızla geçmişin karanlığına gömmek de mümkündür. Geçmişteki her ışık bugüne olduğu gibi ancak bir karanlık halinde tercüme edilebilir.

Aykırı olmak, yaşanmış sosyalizme sahip çıkmaktır.

Yaratıcı olmak, yaşanmış sosyalist ve devrimci kazanımları aşarak devam etmektir.

Devrimci olmak, geçmişteki güzellik ve sevgileri, yeni koşullarda mutlaka zenginleştirerek, bu anlamda da geçmişi gömerek, yeniden üretebilmektir.

Bu âleme bir bıçak gibi girecekse eğer Sanat Cephesi, önce geçmişteki kazanımlarını sevgiyle bir kenara toplamak ve geçmişteki hiçbir çizgiye, akıma, şair veya ressama, dergiye vs benzemeksizin, hatta bu âlemin “solcu kahramanlarına” da kuşkuyla bakarak kendini yeniden tanımlamak zorundadır.

İlk sayısında umutlu olmak için nedenlerimiz var.

Ama bazı gölgelerin gözden kaçmayacak kadar yoğun olduğunu söylemek için de nedenlerimiz var.

Dedik ya, tekrar döneceğiz diye: Bugün, Türkiye’deki sol düşüncenin geldiği nokta, özellikle soL çerçevesindeki büyük atılımlar, Sanat Cephesi’nin geçmişteki gibi sürdürülmesini olanaksızlaştıracak kadar zengindir.

Kontrolsüz güç, kaynağını boğar. 12 Eylül biraz da onun ürünüdür.

Ama güçsüz bir kontrolün ne anlama geldiğini de 1989-90 küresel karşı devrim sürecinde yaşadık.

Geçmişe benzemek, onu bugüne olduğu gibi taşımak, bir devrimciye yapılacak en büyük hakarettir. Sanat Cephesi, büyük olanaklar, umutlar ve büyük tuzaklarla iç içe doğmuş görünüyor.

Bu macerayı derinleştirmek ve yaymak zorundayız.