Samir Amin ve Savaşın Kaçınılmazlığı

Bir paralelliğe dikkat çekmek doğru olur. Ama önce bir haber...

“Eşitsiz gelişme yasası” için heyecanla on yıllardır ter dökenlerden Samir Amin, 3 Aralık’ta Berlin’deydi. “İbn Rüşd Ödülü”nü aldı ve bu arada tek tük açıklamalar da yaptı. Fakat galiba bir avuç solcu dışında pek öyle aman aman ilgi görmedi. Sistem, düşmanlarını ve hayırsız evlatlarını iyi tanıyordu. Abartmadı yani. Neyse..

78 yaşındaki bu yorulmak bilmez delikanlı, sağa bazen “ulusallık” gerekçesiyle bizi yerimizden zıplatacak kadar primler de verse, solu dahil her türlü liberal rezalete uzaktır ve doğrusu hâla işini ciddiye alıyor. Dolayısıyla bizi de kendisini ciddiye almak zorunda bırakıyor. Kuşkusuz, yeri, Korkut Boratav, İzzettin Önder, Yalçın Küçük hocalarımızın yanındadır. İyi.

Samir Amin, önceki gün Neues Deutschland gazetesinde yayımlanan bir söyleşisinde yine önemli tezlerini sıraladı ve bir büyük savaşın içine yuvarlandığımızı hatırlattı. Kahire doğumlu ve genelde Fransızca yazan bu inatçı bilim insanı, Marx, kapitalizm ve bugün gelinen noktayla ilgili olarak gazetenin sorularını yanıtlarken şöyle de dedi: “Şunu saptamakta hiçbir sorun görmüyorum: Şu sıralarda en büyük bir hızla büyüyen ihtilaf, Güney ülkelerindeki egemen sınıflar ile küresel imparatorluklar arasındaki ihtilaftır.”

Amin’in başka gerçekten ilginç tezlerini yeniden harmanlayan bu söyleşinin Türkçe okura derli toplu bir halde aktarılmasında yarar var. Ama ondan daha önemlisi, bizim çekeceğimiz çizgidir: Türkiye’nin içinde kalıp içinden baktığımız zaman, egemen sınıflar bünyesinde bir didişme, bir sürtüşme olduğunu söyleyebiliriz. Epeydir de söylüyoruz zaten. Yeni zenginler, eski zenginler ile çekişiyor. Buna, eski (laik) zenginler ile yeni (dindar) zenginler arasındaki kanlı cilveleşme de diyebiliriz.

Ortada filler arası bir sürtüşme var. Bunun, sahneye, Türk ve Kürt zenginlerinin ihtilafı başlığı altında gölge vermesi de şaşırtıcı olmayacaktır.
Bir şey açık. Sanayisizleştirilen ve eski bir hocamızın 24 Ocak 1980 kararları ilk açıklandığında hemen vurguladığı “Türkiye üretimden vaz mı geçiyor?” sorusu, 30 yıllık bir zaman diliminde etkili olmuş, sanayisi yerle bir edilen Türkiye bir tüccar imamlar ülkesine dönüşmüştür. Sadece sermayenin iktidar yığışmalarını değil, işçi sınıfını da derinden etkileyen bir dönüşümdü bu. O nedenle de zaten Türkiye artık eski kırmızı çizgilerini taşıyamaz hale gelmiş durumdadır.

Ama içeride ve üst katlarda sert bir sürtüşme var.

Yani yeni tüccar zenginler ile eskinin art arda iflas eden laik zenginleri arasındaki çekişme, zamanla yeni kılıklara bürünüyor. Türk-Kürt çekişmesi, dinci-dinsiz etiketi bunlardandır. Sonuçta toplumsal çatışmalar, toplumsal sınıflar veya katmanların saf ekonomik taleplerini bayrak olarak taşımaz, tersine, ilgisiz görünen bazı manevi değerleri yukarıya çeker, onların altında yürütülür. İkinci Dünya Savaşı’nda ülkesi talan edilen Sovyet insanı, 1941 yazında Nazi Almanyası’nın sürülerini tuz ve ekmekle karşıladı. Aynı yaz 6 milyona yakın Kızıl Ordu askeri üniformaları ve silahlarıyla bu hayvan ordusuna teslim oldu.

Başka şeyler, başka renkler gerekiyordu ve İkinci Büyük Savaş’ta Sovyet insanı, köyünü, kentini, milletini, halkını, karısını, kızını ve hatta dinini korumak için nazi sürülerine karşı silaha sarıldı. Sosyalizm veya enternasyonalizm falan diye değil. Onları sonradan partizanlar ve parti taşıdı.

Böyle oluyor.

Böyle olduğu için de, uçurumun artık içine doğru koşar adım kapaklanan bir Türkiye’nin üst katlarında benzer sürtüşmelerle karşı karşıya kalıyoruz. Samir Amin, eğer dikkatli bir biçimde okunmazsa, rahatça her türlü sınıfsallığın reddi olarak da kayda girebilir. Ama onun küresel düzeydeki cepheleşmeye yönelik saptamasını, biz, aynen olmasa da Türkiye ölçeğinde yeniden okumaya çalışabiliriz.

Şu anda, hegemonya “mütedeyyin” sermaye katmanlarınındır. Yani tüccar sermayesi dünya sermayesinin desteğinde Türkiye’nin kaderine el koymuş kabul edilebilir. Recep Tayyip Erdoğan, kendi içinde de çok kanatlı, çapraşık kanallardan gelen bir sermaye yükselişinin sözcüsüdür. Eski ve laik sermayenin tozunu atmayı başarmıştır ve bu eşitsizlik, artık mütedeyyin sermayenin egemenliği olarak kendini sahneye yerleştirmiş görünüyor.

Ama, dedik ya, biz, bize gelen hiçbir şeyi olduğu gibi kabullenemeyiz. Sorgulamamız ve birikimimizden, ülkemizdeki sınıf mücadelesinin siyasal imbiğinden geçirmemiz gerekir. O halde söyleyelim: Amin’in yukarıdaki tezinin Türkiye’ye de koşullarımıza uygun bir çatışmanın gölgesi olarak düştüğünü kabul edebiliriz. Ama dikkatli bir mesafeyle bakarak... Sonuçta, kaba ve yeni zenginler, artık eski zenginlerden iktidarı almıştır, siyaseten son noktayı koymaya hazırlanıyorlar. Mesele galiba biraz daha ileride: Yeni zenginlerin Türkiye’sinden, ki “Tayyip Erdoğan Türkiyesi” de diyebiliriz, bu koşullarda bir dirlik beklenemez. Bu ülkeden, tam da bu ihtilaf nedeniyle iki Osmanlı cumhuriyeti veya vilayeti çıkmaması mümkün değildir. Biri Türkî diğeri Kürdî bu iki yeni Osmanlı cumhuriyetinin, eski bütünselliğin (“1923 Projesi”) üzerine çökeceği kesindir.

Demek ki, Samir Amin’den hareketle, büyük savaşın içine yuvarlanırken, bu toprakların bütünlüğünü yakın bir zamanda tümüyle kaybedeceğini söyleme izni de almış sayılabiliriz.

Savaş felaketi, sadece bizim üzerimizde değil, birçok coğrafyanın üzerinde dolaşan bir akbabadır artık. Amin ise, galiba böyle bir felaket kuşağının gerçekten dünyaya erken gelmiş ilginç ve çalışkan çocuğu.