Neden bir kültür-sanat dergisi? (2)

Bıraktığımız yerden ve bir hatırlatma yaparak devam edebiliriz: Geçen hafta, varolan direniş odaklarından, sanat-kültür alanında emekçilerden yana ve sosyalist düşüncenin geldiği düzeye pek de aykırı düşmeyen bazı dergiler olduğunu vurgulamıştık. Yeni bir yayın, bunların inkarı anlamına mı gelecektir?

Elbette değil. Eski solumuza egemen bir görüşten burada da kopmak zorundayız. Çünkü eski solumuz, daha doğrusu dünyadaki eski sol, sınıf mücadelesine, belki de reel sosyalizmin kuruluş ihtiyaçlarının sıkıştırmasıyla, hep feodal rant çağrışımlı bir sadeleştirmecilikle bakardı. Malum, toprak rantı üzerine kurulu feodal dünyada, paylaşılacak şey, toprak, kısıtlıdır, üstelik zenginliğin de tek kaynağıdır. O halde parçalanmaması gerekir. Birinin zenginleşmesi demek, yerleşik senyörün, kıt toprakların sahibinin, dolayısıyla siyasal merkezin yoksullaşması anlamına gelir.

Zorlayarak bakarsak, galiba biraz da bununla bağlantılı.

Zenginlikten değil, kıt kaynaklar nedeniyle maliyet kalemlerinin ağırlaşmasından hareketle düşünülmüş olmalıdır: Eskiler, sosyalist mücadeleyi yürüten güçlerin pek de “mebzul” olmadığını düşünür, dolayısıyla bunların parçalanmaması, yeni görevler nedeniyle küçük birimlere ayrılmaması için özel çaba gösterirdi. Bunun için, örneğin, hep merkezi ve güçlü bir yayın organı yeterli görülürdü. Böyle bir tutumun başından beri hatalı olduğunu ileri sürecek halimiz yok. Reel sosyalizmi 70 yıl veya 40 yaşatabilmiş olanların, gözümüzde bir başarıyla taçlanmış olduklarını herhalde yinelemeye gerek de yok.

Fakat, bugünden bakınca görüyoruz ki, reel sosyalizmin tıkanmasını hızlandıran, en azından sıçramasını zorlaştıran noktalardan biri, böyle bir tarihselliğin ürünü pratik anlayışın tarih dışı bir “yasallığa” itilerek kemikleştirilmesi oldu. Varolan bir sosyalist kuruluş veya dergi, gazete vs, yeni atılımlar için yeni kurumları, kurulları, dergileri, yayınları adeta gereksizleştiriyordu. Sovyet sistemini kuran ve yerleştirenlerin entelektüel derinliği ve zenginliği, bu yöntemin olumlu anlamda etkili olmasını sağladı. Ama bu entelektüel donanım ve bakış, Hruşçov ve sonrasında inanılmaz bir gerilemeye, sığlığa dönüşerek sistemin bitişini hızlandırdı.

Sözünü ettiğimiz o kolaycılık tarihsel ihtiyaçların ürünüdür ve bugün geçersizdir. Demokratik olmadığı için falan değil. Demokrasi, zaten bizim dilimize yabancı bir şey, çok başka nedenlerle, böyle bir siyasal tutum geçersizliğini sürdürecektir. Bunun tehlikeli bir nokta olduğu, hatta bıçağın sırtında yürümeye başladığımız doğrudur. Ama örneğin parti için bu çerçeveden kolay sonuçlar çıkaramazsınız. Partinin yerini, bir entelektüel şiddet deposu olarak, başka bir şeye veya demokratik açılımlara devredemezsiniz. Neyse... Çok da önemli değil.

Ama özellikle yeni iktidar biçimlerinin “entelektüel şiddet” başlığı altında yürütüleceği bir âlemde, yeni ve daha yaygın olmayı hedefleyen organlar kurmak da gerekmektedir.

Başka bir ifadeyle, diğer sanat dergileri, sosyalizme dost ve o dostluğa yakışır ilişkiler içinde üretilmiş yayınlar, elbette varlıklarını sürdürebilirler ve sürdürmelidirler. Ancak yeni dönemin yeni ihtiyaçlarına ve düşünsel-insansal malzememizin geldiği düzeye yakışır, aşkın, derin ve yaygın bir dergiden, dolayısıyla bir “kültür örgütlenmesinden” söz ediyoruz.

Önceki sol kültür-sanat dergilerine benzemek için değil.

Benzememek için.

Onları aşma hırsını öne çıkararak..

Ama egemen yerleşiklere benzemek için hiç değil.

Onları cepheden karşılamak, onlara saldırmak ve attıkları her adımdan, yazdıkları, çizdikleri her şeyden onları pişman etmek için.

Birincisinde aşma ve bir şükran duygusu gizlidir ona bir sevgiyle yaklaşırız.

İkincisi, cephedeki hasımlarımızdır, pek sevgiye ihtiyacımız yok yaptıkları her şeyi derinlemesine algılamak, analiz etmek ve kendi iktidarımız için hangi işlerimize yarayacağını düşünmeye ve böyle bir çerçevede üretmeye ihtiyacımız var.

Başka türlü de ifade edebiliriz...

Birincilerle aramızdaki ilişki, eski sol ile aramızdaki eleştiri, belli sınırlar içinde ve geçmişte kaldığı sürece, eleştireldir.

İkincilerle aramızda eleştirel bir ilişki olamaz. Düşmanlarımızı neden eleştirelim? Eleştiri sözcüğü, biliyoruz ki, aydınlanmayla birlikte Fransızca üzerinden Batı dillerine girdi (Fransızca ve İngilizce “critique”, Almanca “Kritik”), olguları birbirinden ayırma ve yargıda bulunma “sanatıdır”. Sözcüğün Eski Yunanca’daki kökenine (kritike/krinein/kritikos) uygun olarak düşünüldüğünde, benzer olgular, olaylar, gelişmeler arasındaki sınırları belirleme sanatı olarak da anlaşılabilir. Ama “birbirine benzemeyenleri birbirlerinden ayırma sanatı” türünden bir disiplin neden olsun? Yani, eleştiri, akrabalar ve benzerler arası bir ilişkinin adıdır. Düşmanlar arasında eleştirel ilişki olmaz. İnsanlar sevdiklerini ve kendilerine yakın bulduklarını eleştirirler, düşmanlarını eleştirmezler. Dolayısıyla Marx’ın, içinde yaşadığı çağın gerekleriyle ve aydınlanmadan devraldığı açılımları kullanmak için sık kullandığı “kapitalizmi eleştirme” ifadesine bugünkü sözcük haznemizde fazla yer vermesek iyi olur.

Neden mi?

Çünkü düşmanlarımızla aramızda eleştirel bir ilişki kurmak bile, sonuçta bizi eleştirdiğimize benzeme tuzağına iter. Ondan. Reel sosyalizmin yıkılışında bu ilişkinin özel bir yeri olduğuna başka bir yer ve zamanda değiniriz. Biz bugüne ve Türkiye’ye dönelim: Yerleşik sanat pratikleriyle, ona cepheden bir entelektüel saldırı dışında “eleştirel bir ilişki” kurmak, varlığımızı ve toplumsal taleplerimizi inkar anlamına gelecektir. Böyle bir ilişki, tam bir yıkım denklemidir. Buna “ahz ü kabz” da diyebiliriz.

Ayrıntılar, ileri zaman ve zeminlerdeki tartışmalara düşüyor. Bizim burada şimdilik kaydıyla altını çizeceğimiz nokta şu: Aylık bir kültür-sanat dergisi, hem bugüne kadar yapılanların ötesinde hem de mevcut olanların dışında ve onlara yukarıdan bakacak kadar iddialı bir iş olmalıdır. Bu dergi, bir bütünsel mücadelenin-müdahalenin parçasıdır. Ama galiba kültür endüstrisiyle ilgili derdimizin en önemli bir parçasıdır. Mevcut kültür üretimini emekçi halklarımızın lehine bir sistem doğrultusunda imha hırsı taşımak, bir barbarlık değil, tersine, mevcut barbarlığı imha etmek anlamına geliyor. Bu formülasyonun sosyalizm defterlerinden uzun bir zaman önce atıldığını biliyoruz. Sonucunu da: 1989.

Ortalama 160 sayfalık bu derginin sadece entelektüel donanımıyla ve metinleriyle değil, renkli görselliğiyle de göz doldurması, hem derin hem de okumayı kolaylaştırıcı efektleri harekete geçirmesi gerekiyor. Bu tür efektleri ustaca kullanabilen bir kadronun hareketlenmesidir o halde önümüzde duran görev.

Burada en önemli vurgu şu: Mevcut ve solumuza dost veya solumuzun içinden yayın organlarının, örgütlenmelerin kendilerini lağvetmeleri gerekmiyor. Tersine, üretimlerini ve ağırlıklarını, tartışma hırslarını yoğunlaştırmaları gerekiyor. Bu yeni dergi, dünya ve Türkiye devrimci hareketinin temel değerlerine saldırmayan ve burjuvaziyle maddi-manevi bir ilişki içinde olmayı reddeden her hareketi, dergiyi, sanat merkezini düzenli olarak ilanlarla duyurmalıdır. İlan politikasının böyle bir çatı niteliğine uygun olması gerekir. Yayınevleri de keza. Demek ki Sanat Cephesi, Evrensel Kültür, Yeni Sinema, Edebiyat ve Eleştiri gibi birçok derginin destekçisi bir dergi kurulmasından yanayız.

Nâzım Hikmet Akademisi ile ilişkilerin de bu çerçevede kurulması uygun olacaktır. Akademi'’in kendine uygun bir yayınevi, kitap ve dergi perspektifi elbette olacaktır, ama onun çalışmalarını duyuran, destekleyen, yaygın dağıtımlı ve albenisi yüksek bir derginin bu yeni kurumlaşmaya büyük destek olacağı da açıktır. Kendini solda tanımlayan ve üzerinde anlaşılması zor olmayan temel değerlere saygılı kültür odaklarının tümü kendisini bu dergi hareketi içinde bulabilmelidir.

Piyasadaki sanat dergilerinde solculuk yapmaya kalkanları affetmek doğru olmaz. Bu arkadaşların da kendilerinin neye oyuncak olduğunu bilmeleri gerekir ve bildiklerinden hareket edebiliriz. İçinde birkaç solcu yazara yer vermesi, bir dergiyi veya sanat kurumunu solculuğun kanatları altına almamızı gerektirmez. Bu çerçevenin dışındaki tüm küçük dergilerin, ki 150’nin üzerinde sanat-edebiyat dergisinin çıkarıldığı söylenen ve bunu duyan Batılıların dudağını uçuklatan bir dilde yaşıyoruz, sayfalarımızın epey kalabalık olacağı açıktır. Sistemi karşımıza aldığımızı ilan etmeli ve buna yakışır bir düzey tutturmalıyız. Bu kez elimizde yeterince koz birikti. Sanat-kültür ortamına sol bir duyarlılıkla müdahale etmek isteyen her hareket bu yaygın ve Türkçenin en ağırlıklı dergisinde kendisinin sesine de yer verileceğini ve eğitileceğini bilmelidir.

Kolay değil.

Şiirden sinemaya, resimden mimariye, tiyatrodan romana, tüm sanatlara ve fikir hareketlerine yer ayırmalıdır böyle bir dergi. Hepsini cepheden karşısına almalıdır. Sayfa düzeninden dağıtımına, belirlediği konulardan bunların işleniş biçimlerine kadar geniş ve çok derin bir farklılık yaratılıyor. Bir tür öncü kültür gazeteciliği de diyebiliriz. Analitik yönelimli yazılar ve onu tamamlayıcı unsurlar, mülakatlar, çizgiler, fotoğraflar vs hem sistemin ürünlerini karşısına yani konu olarak alacak hem de onlara nihai darbeyi indirecektir.

Özellikle komşu dillerimizde neler olup bittiğini yakından izlemek zorundayız. Rusça, Yunanca, Bulgarca, Ermenice, Arapça ve Farsça’yı öncelikli olarak ele almak zorundayız. İngilizceyi sona bırakarak diğer Batı dillerindeki önemli hareketlenmeleri de derinlemesine bu dergiden izleyebilmeliyiz. Sosyalizmin derin izler bıraktığı Almanca, Fransızca, İtalyanca, İspanyolcadaki tartışmaları ve tartışmacıları doğrudan konuk etmelidir böyle bir dergi.

Daha önce yapılabilmiş bir şey değildir bu.

Biz yapmalıyız. 98’liler önü çekmelidir.

Artık zamanı gelmiş bulunuyor. Çok önemli desteklerin varlığını da gözden kaçırmayalım. Bu dergi, hiçbir başka hareketin, günlük gazetenin, televizyonun, başka kültür-sanat dergilerinin alternatifi değildir. Onların toparlayıcısı, besleyicisi ve tamamlayıcısıdır. Onları kendi çerçevesinde tanıtacak ve yeni üreticiler yetiştirilmesini hızlandıracaktır.,

Peki, neden bu çıkış?

Sanatı kurtarmak için, ona dost olmak için değil, ancak ona düşmanlıktan bir yeni kuruculuk çıkarabileceğimiz için. Mevcut kültür endüstrisi, sanat ortamı, yazarlar, şairler, ressamlar, sinemacılar... Hepsi, sistemin emrinde kendisini muhalif sanan insanları dayak arsızı haline getirdi.

Büyük tehlike bu. Bu tehlikenin önünü kesmemiz gerekiyor. Dayak arsızlarına en güzel örnek, Fethi Naci’nin yetiştirmesi Semih Gümüş ile onun bir başka rengi “tanıtman” Ömer Türkeş’tir bir dönemin “solcu” gençleri. Ancak sol adına bu iki utanç belgesine takılıp kalmayalım. Bunların elbette artık solculukla falan bir ilgisi yok. Nabi Yağcı ne ise, bunlar da o. Ama bir şey var: Bunlar, okumuyor da değiller. Okuyorlar, gerçi algılama kapasiteleri acınacak ölçülerdedir ve bu anlamda da sistemin en gerekli parçalarıdırlar. Ama okuyorlar ve okudukça arsızlaşıyorlar. Sistemin yarattıklarını, daha doğrusu “yaratıklarını” okuya okuya, okuduklarına benzediler. Bir direnç çıkaramadıkları için, solculuğun bir reddiye olduğunu anlayamadıkları, bu reddiyeyi kültürsüzleşme sandıkları için, sisteme benzediler. 20 yaşındayken bu kadar rezil görüntüler vereceklerine inanmıyorlardı ikisi de kuşkusuz. Ancak, okudukları, yani yedikleri dayaklar sonucunda, birer dayak arsızı haline geldiler.

Bunlardan bir şey çıkmaz.

Seçme ve değerlendirme ölçütleri, sisteme benzemektir.

Kapatmak için açıkça yazalım: Böyle bir dergi ve yayın hareketi, sözü geçenlere değil, yeni dönemin içimizden çıkaracağı dayak arsızlarına karşı bir önlemdir. Mevcut edebiyata bir imha şiddetiyle, bir entelektüel şiddetle yaklaşmaz, onu tehdit eden bir kurumsallık örgütleyemezsek, dayak arsızları, içinde çırpındığımız büyük barbarlığın edebiyatçıları veya eleştirmenleri olarak gerekli yerlere yerleşirler. Geleceğimizi yerler.

Hem de şimdi yanı başımızdaki gencecik insanların içinden çıkar bunlar. Bugünkü bataklığın bütün önemli taşıyıcıları, bizim aramızdan çıkmışlardı çünkü. Dayak arsızı olmalarını önleyemedik. Zayıflıklarıyla kolay teslim oldular. Ama şimdi sisteme boydan boya bir saldırı örgütlemek zorundayız.

Yeni dergi önerimizin son saptaması bu: Dayak arsızlığı sistemini yerle bir etmek.

Zaman geçiyor.

Ali Mert ve Mesut Odman’ın, yazıları dışında, yazım kurallarını da saptayabileceği bu dergiye, örnek olsun, herhalde Kaan Arslanoğlu, B. Sadık Albayrak, genç Efe Duyan ve en az 50 “kavgacı yazar”, yani tümüyle sisteme dahil edilememiş, satın alınamamış, her zaman genç kalmayı başaran insanlar destek verecektir. Yazar sayısı önemli değildir elbette, bu dergideki iş yapma biçimi ve oluşturulacak çerçeve önemlidir. Yeterince yazarımız oluştu. Elbette katılımcıların soruları da olacaktır, ama dergi yaşayıp büyüdükçe, yepyeni bir kuşak da sistemi sarsacak güçte ve yepyeni bir dinamik olduğunu kanıtlayacaktır.

“Yüklerimiz arasında bir öncelik sıralaması yapamıyoruz” dedik ya.

Öyle işte.