Neden bir kültür-sanat dergisi? (1)

Bu işlerde öncelik olmuyor. Olamıyor. Hepsi üst üste biniyor. Yükler veya fırsatlar arasında bir öncelik sıralaması yapamıyoruz.

O zaman, en başından muradımızı söyleyelim: Yaygın bir kültür-sanat dergisi için harekete geçme zamanıdır. Bu “asude” ve nedense pek bir “mutena” sanat semtimize bir katkıda bulunmak, hayırlı işler yapmak için değil herhalde. Herkesin beğeneceği, özeneceği şiirler yazmak, öyküler, romanlar yayımlamak için hiç değil. Eleştiri adına kendi kampımızda saydığımız bazı yazarları, kitaplarının artık bir bütün olarak karşıdevrimci kanada kapaklanmış yayınevlerinde yayımlandığına da gözümüzü kapatarak övmek ve tanıtmak için de değil. Elbette değil. Ne için o zaman?

Soruyu kendimize sormak, daha doğrusu çuvaldızı açıkça kendimize batırmak adına yineleyelim: İlle şiir veya roman yazmak, solculukla sanat pratiklerinin, diyelim şiirin, nasıl örtüştüğünü temcit pilavı misali, habire tekrarlamak için mi bir dergi isteniyor?

Hayır.

Ama bu da bir yanıt sayılmaz tabii.

Aslında başka türlü de tutabiliriz ucundan. En azından bu satırların yazarı, sık sık “Türkiye’de devrimcilerin işi sanat dergisi çıkarmak değildir” diye okkanın altına gireceği kesin belirlemelerde bulunduğunu hatırlıyor. İlgilisi bilir. Sanatın kahramanlık gösterileri altında büyük ihanetlere ve mülk sahibi sınıflara hizmet ettiğini de çok yineledik. Peki, şimdi, “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” noktasına mı “ermiş” durumdayız?

Değil tabii. Olacak iş değil.

Ama “kültür-sanat” dediğimiz ortama müdahale etmeden de olmuyor. Fazla affedici ve kabullenici bir resim verdiğimizi kabul etmeliyiz. Her yıl 1.5 milyonu aşkın gencin üniversite sınavlarında şansını denediği bir ülke ve dilden söz ediyoruz. Okuryazarlık, lise mezunu olmakla bir ve aynı şey neredeyse Türkiye Türkçesinde. Böyle bir dil ve 75 milyonluk ülkede, sanat ve kültür dünyasını tehdit ve bir iktidar arayışını da ilan etmeden, nasıl solculuk yapabiliriz?

Ancak, soru şimdilik o değil. Sorun da...

Yani, soru ve sorun, “devrimciler de şiir, öykü, roman, hatta şarkı yazar, resimle heykelle uğraşır, sinemaya tiyatroya bulaşır” hiç değil. İlk soru şu: Türkiye devrimcileri neden artık şiir yazamaz, roman yazamaz, resim yapamaz, şarkı söyleyemez? İkinci soru da şöyle: Bu kötü bir şey mi?

Bu alanların büyük bir işgale konu değil, o işgalin bizzat kendisi olduğunu mu düşünüyoruz? Öyle. Bu alanlar, Türkiye’yi işgal eden askerlerdir.

Şimdiki askerler böyle.

Bu noktadan hareketle adımlar atalım, sonra tekrar başa döneriz: Eğer devrimciler şiir yazmaya meraklıysa, resim, müzik, roman diye çırpınıyorsa, neden kendilerine solculuk sıfatını da yakıştırmak için bu kadar çırpınıyorlar? Hadlerini bilmedikleri için mi, yoksa mevcut sanat erbabı, solcuları dahil, fazlasıyla uşak ruhlu olduğu için mi? İstisnalar bir yana, bu sanat âleminin tümüyle kaybedilmiş bir alan olduğunu kabullenemedikleri için mi yoksa?

İstisnalar, kaidenin altında kalmıştır en az 35 yıldır: Türkiye’deki sanat erbabının ne denli satılık, satıcı ve uşak olduğunu, en iyi 1980 sonrası Türkiye’deki toplumsal pratik göstermiş sayılmalıdır. Direnenler elbette vardı, ama onlar sanatçılık adına falan değil, devrimci oldukları için direndiler. Yanlış biliyorlar. Ama dürüsttürler. Zaten de yenildiler. Yenildik. Sanatı ise pek bir savunanlar, zaman içinde en büyük ve ahlaksız satıcılar olduklarını ilan etmek zorunda kaldılar. Ortalıkta elinizi sallasanız bunlardan birkaçına değersiniz. Her yerdeler.

Sanatı çok önemseyenler, ülkemizin, emekçilerimizin ve dilimizin satılmasına en iştahlı bir biçimde teslim ve teşne olanlardı. Orhan Pamuk, Murathan Mungan, Oya Baydar, Adalet Ağaoğlu, küçük İskender, Elif Şafak... Bu listeyi neredeyse sonsuza dek uzatabilirsiniz. Bu isimlerin birer direniş abidesi olduğunu ileri sürecek olan var mı? Herhalde yoktur. Ama bu isimlerin Türk edebiyatını temsil etmediğini ileri sürecek olan var mı? Türk edebiyatı bunlar değil mi Türkçe edebiyat bunlardan sorulmuyor mu? Sol inadın bu edebiyatta bir yeri var mı, olabilir mi? Olursa, bunların solculukla ne gibi ilişkisi vardır ki?

Açık konuşalım...

Sanatı kurtarmak için değil, sönümlenmesini hızlandırmak için ve bu alana bir iktidar hırsıyla girmesi gerekiyor solun. Devrimci bir soldan söz ediyoruz. Piyasada, çekirge sürüsünü andıran satılık-satıcı “solculardan” değil. O maldan çok var. Sanat ve iktidar mücadelesinden söz ediyoruz.

Sanat ve iktidar?

Kimilerinin, daha doğrusu Türkiye solunun, bu iki sözcüğü yan yana gördüğü zaman bile dudağı uçuklamaktadır, biliyoruz. Ama, öyle.

Marksist yansıma kuramının çağımızdaki en önemli ustalarından ve Batı’da da en yetkin Hegel uzmanı olarak bilinen marksist filozof Hans Heinz Holz’un, bizdeki cahil ve seviyesiz uşaklığın simgesi Birikim çevresinin herhalde ağababası konumundaki Wolfgang Fritz Haug’la geçtiğimiz aylarda sürdürdüğü nefis bir polemiğinde de çağrıştırdığı gibi: Devletin sönümlenmesini (Absterben des Staates) hızlandırmak için siyasetin devleti güçlendirici bir yönelimle yoğunlaştırılması, neoliberal eğilimli ve devletin pek bir düşmanı görünen çevrelerin devletin küçültülmesi (Abbau des Staates) şikesiyle bir ve aynı şey değildir. Birbirine temelinden karşı iki eğilimle, komünist ve kapitalist zihniyetlerin çarpışma şiddetiyle yüz yüze kalıyoruz böyle durumlarda.

Kültür-sanat endüstrisine müdahale ve bu alanı yerle bir edip yeniden kurma hırsımız da böyle bir bakış çerçevesinde anlam kazanıyor.

Ama bir büyük fark var geçerken belirtmiş olalım: Bizdeki karşıdevrimciliğin son 30 yılını damgalayan bir ideolojik merkez olarak Birikim çizgisinin, sosyalist devrim düşmanı bu azgın sürü ideolojisinin ve temsilcilerinin Batı’daki ağababalarıyla arasında köklü bir fark vardır. Bir düzey farkıdır bu ve onu solumuza bağlayabiliriz: Bugün gerçek yerini bulmuş görünen “Belge’li Birikim gericiliğinin” Laçiner’li, İnsel’li ve ömrü boyunca karşıdevrimci bir çömez kalmaya mahkum Tanıl Bora’lı temsilcileri, Batı’daki “ustalarının” paspası bile olamayacak kadar bayağıdırlar. Hiçbir entelektüel önemleri yoktur, ucuz ve bu nedenle de karmaşık dilli birer ithalatçı acenta olmanın dışında. Her anlamda uşaktırlar.

İşte bunu sola aynen tercüme edemiyoruz.

Nasıl mı?

Neden mi?

Açık örneklerle şöyle: 30 yıl önceki Yalçın Küçük-Metin Çulhaoğlu müdahalesinden sonra, Türkçe zihniyet dünyamızda ve sol mücadelede kapsamında, durum gerçekten de çok farklıdır: Reel sosyalizme bir kazanım olarak sahip çıkan ve devrimci bir kimliğin altını buradan hareketle çizen sosyalist solumuzun Batı’daki ve daha önce de “Doğu”daki örnekleriyle ilişkileri, tersinden bir kadere mahkumdur. Yani son 30 yılda, bugünkü genç TKP’yi sahneye çıkaran sol atılım, diğer akımlarla birlikte birlikte ama bir bütün olarak Türkiye’nin devrimci kanadı, Batı’daki sol ideolojik merkezlerden çok daha düzeyli ve hatta açıkça aşkındır. Ortodokslukta, devrimci arayışta ve eskiyi yeniden ayıklama hırsında, entelektüel arenada Batılı dostlarını çok geride bırakmış bir solumuz var. Böyle bir sahnenin içindeyiz. Ama sola sızmış karşıdevrimcilerin kaderi, toplumsal bir tehdit halini almış bulunan “Belge’li Birikim gericiliği”, Batı’daki ağababaları karşısında tam tersi bir yerdedir. Habermas’tan Anderson’a kadar uzanan geniş bir kadrajda baktığımızda, ne kadar taklitçi ve hizmetkâr ruhlu olduklarını görebilirsiniz. Paspastırlar...

İyi.

İyi ve işte oraya geldik. Biraz da bu nedenle kültür ve sanat ortamında bir iktidar mücadelesi vermek zorundayız. Siyasal mücadelenin bir parçası, yani onu aşan veya onun gerisinde kalan değil, onun ayrılmaz parçası olan bir paralel mücadeleden söz ediyoruz. Böyle bir savaşta, yaratıcı, şaşırtıcı ve derin bir merkez yayın organının olması kötü değildir. Bizatihi kendisi bir iktidar inadı olan, bizzat kendisini siyasal mücadele olarak gören bir yayın organı.

Bu, yok.

Daha doğrusu elbette direnenler var. Dağlardaki çoban ateşlerini gözden ırak tutacak kadar değerbilmez olamayız. Elbette varlar. Ama bizim artık “her dağın çobanı olacak” kadar yaygın, derin ve etkili bir yayın organına ihtiyacımız var. Kültür ve sanat ortamını altüst etmeyi hedefleyen bir dergi ve uzantılarına...

Toparlayıcı, genç kuşağa önceki kuşaklardan çok daha cüretli olması için umut ve örnekler veren, gerçekten öncü bir dergi olmalı bu. Eski solun “ananevî” alışkanlıklarından kopmuş, yerleşik kültür-sanat ortamına cepheden saldırı düzenlemek üzere örgütlenmiş bir yayın organı.

Neler murat ettiğimizi, olup olamayacağını ayrıntılandırmaya çalışacağız. Ama böyle bir ortamın önce genelgeçer bir haritasını çıkarmamız gerekiyor.

Gelecek hafta, oradayız.