Nabi Yağcı+Engin Ardıç= Nedim Gürsel

Önümüzdeki günlerde "sanatsal boyutlarıyla" işlemeye çalışacağız. Ama günlerdir sinirlerimizi altüst eden bir rezaletin ve eşine az rastlanır cürette bir küfürbazın siyasal anlamı üzerine iki laf etmeden geçemeyeceğiz.

Geçmeden önce de soracağız.

12 Haziran’da tüm "fraksiyon"larıyla nihai bir çıkışa hazırlanan eski sol, acaba ne yapmaya çalışıyor? Geçmişini mi kurtardığı düşüncesinde? O zaman neden geçmişini bu kadar rahat satışa çıkarıyor veya bir şamar oğlanına döndürülmesine karşı niçin herhangi bir itiraz geliştiremiyor?

Eski veya yaşlı olduğu için? Hak verdiği için mi? Gücü kalmadığı için mi?

Belki hepsi. Ama Türkiye solu, geçmişteki mücadelesine karşı bu kadar acımasız ise geleceğini nasıl kuracak? Bu sorunun yanıtını, muhtemelen AKP meftunu ya da AKP’yi ve onun CHP’li yamaklarını şu veya bu şekilde hayırhah bulan, demokrasiyi yere göğe koyamamakta biraderi Seyfettin Gürsel’den geri kalmayacağı kesin Nedim Gürsel’in "Şeytan, Melek ve Komünist" romanında bulmak mümkün. Tüm Türk medyasında övülen, kendisini solcu sanan bazı yayın organlarından da maalesef hak ettiği yanıtı alamayan bir roman, ilk satırından son satırına kadar sosyalizme kin yüklü bu küfürname, devrim tarihimizdeki her şeyi çarpıtırken Türkiye solunun yüzündeki maskeyi indirip yere çarpıyor. "Siz, busunuz!" diyor ve solumuz, yakın çevremizdeki istisnalar hariç, bu cahil cüretine sesini çıkaramıyor.

Peki, roman adı verilmiş bir küfürnamenin indirdiği maske, bu sola yakışıyor mu?

"Bu sol"dan eğer "eski sol"u anlıyorsak, yani geçmişte mücadele vermiş ve o mücadelenin bedelini ödemiş insanlar değil de bugün Türkiye’nin bitirilmesiyle nihai amacına ulaşacak "demokrasi acenteleri" veya "demokratik ajanlar" söz konusuysa, evet, böyle küfürnameler o sola yakışıyor.

Nabi Yağcı ile -küfürleri biraz daha dikkatli, ama sosyalizmden nefrette rahatça yarışabileceği- Engin Ardıç toplamı bir yazar olarak Nedim Gürsel, son romanında 12 Haziran’da ikbal arayan bir sola istemeden de olsa nihai darbeyi indiriyor. Dolayısıyla, herhangi bir itirazla karşılaşmaması doğaldır. Birkaç itiraz yok değil, biri soL Kültür’de yer aldı. Bizim de ekleyeceklerimiz olacak.

Ama biz burada bu romanın açığa çıkardığı bir başka şeyi tartışmaya çalışacağız.

O da bir sorudur: Türkiye solu, geçmişteki mücadelesine nasıl yaklaşmalıdır? Nedim Gürsel’in çizdiği gibi bir geçmişten mi geliyoruz gerçekten? Eğer öyleyse, Nedim Gürsel, Nâzım dahil, bu mücadele tarihine bu kadar galiz küfürlerle, eşine az rastlanır bir aşağılamayla yaklaşmakta haklı mıdır? Solun geçmişini mi temizlemeye çalışıyor?

Vakti bol olanlar romanı okuyabilir. Genç arkadaşlara, yazarını gördükleri yerde en azından "Yuh, kara cahil!" diye bir kez bağırma hakkını kazanmak için okumalarını önermek dışında, elimizden bir şey gelmez. Zaten böyle bir serzeniş de Nedim Gürsel ve benzerlerini ıslah etmek için değil, genç kuşağı sarsmak ve kendi üzerinde düşünmesini sağlamak içindir.

Ama sorun bu da değil. Çünkü Türkiye sosyalizm müdadelesinde ilk kez olmuyor böyle haksızlıklar cahil cüretiyle saldıranların sayısını bilen mi var? Bu, başka...

Neden mi? Çünkü bir işaret fişeği ile yüz yüzeyiz. Türkiye ile birlikte bölgeden solun da kökünün kazınacağını anlıyoruz ve böyle bir operasyonun finali öncesinde, ilginç bir işaret fişeği bu romanla ateşlenmiş sayılabilir. Türkiye dönüştürülürken, önce solunun dönüştürülmesi gerekiyordu. Eski sol işte bu dönüştürülmüş, tersyüz edilmiş soldur. Nedim Gürsel ve romanına bakan, bu solun halini aynen görebilir. Ama anlatılanlarda değil, yazarının ve meftunlarının yüzünde...

Vera vurgunu yemiş bir Nâzım, Duvar’la cehenneme çevrilmiş bir Berlin, roman kahramanlarının ve anlaşılan yazarın gözünde "ikizleri" dışında pek bir önemi bulunmayan, ama zavallı bir erkek fantezisinden doğduğu kesin, sinirli ve şehvetli bir "pavyon şarkıcısı", Nâzım’ın hapse mahkum olmasına yol açan Harp Okulu öğrencilerinden, eşcinsel ve muhbir bir TKP profesyoneli, tabii gerekirse Türkiyeli devrimcileri satmaktan hiç çekinmeyen bir sosyalist devlet ve bilumum rezillikler...

Kabul, Nedim Gürsel diye bir gecikmiş peygamber, Türkiye soluna "Anlatılan senin hikayendir" diyor ve yüzüne kimse bir şey çarpamıyor.
Değil. Eski sol, aynen Nedim Gürsel’in anlattığı bir tarihe sahip olduğuna inandığı için, bu ruh halini paylaşıyor. O nedenle, geçmişini böyle satışa çıkarmaktan hiç çekinmiyor. Geçmişe Nedim Gürsel gibi "sıvayarak" veya tam tersine -ve aynı sonuca çıkaracak şekilde- yere göğe koyamayarak yaklaşan bir sol, neden birbirinden farklı olsun? 12 Haziran bunları birbirine iyice yapıştırmış değil midir?

Öyledir.

Bir utanç belgesi, roman diye insanların kafasına kakılıyor. Artık klasik faşizmin yöntemleri tarih olmuştur kapitalizm, propaganda için böyle demokratik rezaletleri kullanıyor. Dönüştürme işlemi bitmiş, felaket işlemeye başlamıştır. Kötü...

Ali Mert, dünkü yazısını bitirirken galiba biraz da bu insanları anlatıyordu: "En önemli ayrım da sanırım burada birinde karanlıktan gelen bir aydınlık, diğerinde karanlıkta kalan bir vurdumduymazlık ve muhafazakârlık…"

Nedim Gürsel ve "soyu", yani Nabi Yağcılar, Engin Ardıçlar, Ahmet Altanlar, Murat Belgeler, Orhan Pamuklar ve daha binlercesi... Bunlar solun, aydınlığın içine bir saf dönemlerinde nasılsa sızıp, sonra bir ömür boyu oradan, yani içeriden, oranın nasıl bir karanlık olduğunu, nasıl bir bataklık olduğunu, nasıl bir rezillik olduğunu progapanda etme görevini üstlenirler. Bunun rantıyla yaşarlar. Bunun rantıyla zengin olurlar.

Karanlığın içinden aydınlığı anlatanlarla, aydınlığa sızıp-sızdırılıp karanlığı yayanların arasında herhalde fark vardır.

Nedim Gürsel’i sol adına böyle bir küfrü roman diye piyasaya sürdüğüne pişman edemeyen bir sol edebiyatın ise herhalde -ve elbette- edebiyatla bir ilişkisi vardır, ama solculukla zerre kadar ilişkisi kalmamıştır.

Yeni solumuz, bu rezaletin, bu romanların ve bu yazarların, yani yeniden dizayn edilen Türkiye’nin reddidir.