Lizbon ve Ermeni Açılımı: Bir ‘Mülkiyet Kalesi’

Yarım kaldı gibi... Daha önce değinmiştik, yeri geldi, biraz daha çekiştirebiliriz. Bir felakete itiliyoruz madem, olabilecekleri de düşünmemiz lazım.

Ne mi?

Nasıl mı?

Şimdi aklımıza yatmayanın, şu sıralarda olmazmış gibi görünenin hiç gerçekleşmeyeceğini sanmayalım. İşin ucunda rezil olmak var. Tabii tarihe bakabilen için. Dünya, herkesi şaşkına çevirecek bir büyük dönüşler arazisi çünkü biliyoruz. Şimdi olanaksız sayılan, yarın gerçekliğin ta kendisi haline gelebilir.

Ermeni sorunundan, bir tarihsel acının, bu toprakları kana bulayan yakın tarih acılarının en büyüğünden söz edeceğiz. Ama önce yukarıdaki saptamalara, Erhan Nalçacı’nın yine akıl açıcı bir makalesindeki vurgusundan hareketle dikkat çekmiş olalım: Nalçacı, şu sıralarda Ermeni soykırımını tanıma hazırlıkları yapan İsrail’in işgal ettiği topraklardaki politikalarını, bir süre önce bir başka açıdan gündeme getiriyor ve emperyalistlerin Ermeni acımızdaki kalıcı ısrarının anlamını sorguluyordu. “Bir Emperyalist İşgal Mekanizması: Egemenlerden Suçlu Yaratma” başlıklı çarpıcı vurgular içeren analizinde, bu gerçekten verimli yazarımız şöyle diyor: “... (E)mperyalistler de ‘Ermeni soykırımı’ meselesini bir işgal Türkiye’sinde kullanmayı planlıyor olmalılar. Bu planın muhtemelen işgal edilmiş bir bölgeye, İsrail Devleti’nin kurulması gibi, Ermenilerin yerleştirilmesine dayanması beklenir.”

İsrail, benzer oyunları bugünkü Türkiye paralize olurken veya olması için, ülkenin doğusunda ve/veya batısında neden sahnelemesin veya desteklemesin? Emperyalizm böyle bir işi neden düşünmesin? Türkiye, neden işgal edilemesin?

Her şey olabilir. Türkiye’nin tasfiyesi, felaketimiz, böyle sahneler içermeyecek de ne içerecek sanki? Özellikle bir mülkiyet sorunu (“Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi?”) olarak Ermeni acımızın kullanılmayacağını düşünmek abesle iştigaldir. Kullanacaklar. Ermeni sorunu, yoğun ve yakın bir “özel mülkiyet sorunu” olarak Türkiye gündemine sokulmaktadır. Bir mülk hırsızlığını büyük harflerle gündeme getirmiyorlar, o alttan alta işliyor ama dert asıl budur. Peki...

Ne demek mi istiyoruz?

Şuradan girelim: Çek Cumhuriyeti’nin muhafazakâr devlet başkanı, Vaclav Klaus, Polonya bile imzalamasına rağmen, şu Lizbon Anlaşması’nı bir türlü onaylamadı malum. Koca anlaşma bekliyor. İyi de, neden? Klaus solcu olduğu için mi? Çek Cumhuriyeti’nin namusunu korumaya pek meraklı olduğu için mi?

Gerçeği, Çek kamuoyunu fazla rahatsız etmeden, AB’nin üst kadroları gündeme getirdi: Çek Cumhuriyeti’nin asıl derdini, örneğin 31 Ekim’de AB Sanayi Komiserliği görevini devredecek olan Günter Verheugen hafta içinde yaptığı bir açıklamayla açık etmek zorunda kaldı: “Beneš Kararnameleri”.

Bunlar şimdi tarihe karışmış olan Çekoslovakya’nın İkinci Savaş sonrasındaki cumhurbaşkanı ve 1948’deki komünist iktidarın da selefi Edvard Beneş’in, yasa gücündeki kararnamelerinden oluşuyor. 1945 yılının mayıs-ekim döneminde çıkarılmışlardı ve 8.5.1946 tarihli Af Yasası ile de bir bütün oluşturuyorlardı. Bunlar Südet ve Karpat Almanlarının, Macarlarla birlikte, tazminatsız olarak mülklerine el konulmasını, yani mülksüzleştirilmelerini ve Çekoslovakya’dan kovulmalarını sağlayan kararnameler. Kimilerine göre etnik temizliğin hukuksal tabanı. Hitler’in böldüğü Çekoslovakya, o sayede yeniden kurulabildi.

Mesele de orada zaten: Mülkler!

Eski mülk sahiplerinin ve mirasçılarının, Çekoslovakya’daki o mülkleri geri alma şansları, bu Beneş Kararnameleri yürürlükte olduğu sürece yok. Ama Lizbon Anlaşması, Nazi barbarlığına tepki olarak gerçekleştirilmiş o hukuksal düzenlemeleri geçersizleştirecek bir hukuksal zemin oluşturuyor. Klaus denilen oyunbaz, halktaki tepkiyi, endişeyi göz önünde tuttuğundan, ki Çek Anayasa Mahkemesi’nde de bu anlaşmaya karşı açılan dava görüşülüyor zaten, bir türlü Lizbon Anlaşması’nı onaylamıyor. Kaldı tek tek başına. Israr ederse, likidasyonu kaçınılmaz.

Verheugen, giderayak, Çeklere garanti verme çabasında. Beneş Kararnameleri’nin geçersizleştirilmeyeceğini, öyle bir niyetleri olmadığı “Onlar tarihte kaldı” falan diyerek anlatmaya çalışıyor. Bu zırvaların hiçbir anlamının bulunmadığını da herkes iyi biliyor. Yani Çekler, 12 Eylül’den sonra Alexander Haig’in Yunanistan’ın NATO’ya dönmesi konusunda Evren’e verdiği “asker sözü” gibi bir şeyin anlamını iyi biliyor.

Çek Cumhuriyeti karışacak. Lizbon Anlaşması, bugün olmasa da yarın orayı karıştıracak. Alman efendiler, babalarının ve dedelerinin “mülklerini” geri isteyecekler. Onları alamazlarsa eğer başka şeyleri alacaklar.

Buradan bakan, Ermeni sorununun ve AB’nin altını okuyabilir.

Ortada bir mülk savaşı var.

Geri planda tutulan bir savaş bu. Üzerine demokrasi ve Türklük çarşafı geriliyor.

Savaştan sonra, Nazi Almanyası’nın yarattığı benzersiz acıların üstesinden gelmeye çalışan Orta Avrupa ülkelerinin “işbirlikçi” başlığı altında kovduğu ve yaklaşık 12 milyonu Federal Almanya’ya yerleşen Doğu Avrupa Almanlığı’nın “mirasçılarının”, 60 yıl önce babalarının buralarda bırakmak zorunda kaldığı mülklerde gözü olduğunu herkes biliyor.

Mesele bu.

Peki bu, sadece Orta Avrupa’da mı?

Türkiye’deki Ermeni ve Rum mülkleri ne olacak?

“Ermeni soykırımı” tanındığı andan itibaren gündeme gelecek olan “Pontus soykırımı”, daha doğrusu “Rum soykırımı”, Anadolu’daki her evin veya arazinin altına şu ya da bu ölçülerde bir bomba yerleştirilmesi anlamına gelmeyecek mi? Bombanın üstünde hangi insan veya hangi halk normal bir yaşam sürdürebilir?

Ermenilerin eski mülklerine dönmesi veya tazminatla kayıpların karşılanması, Türkiye’nin zaten bu koşullarda bile bitirilmesi demektir. Kapitalizmin Türkiye’yi bitireceğini nereden ve hangi köşeden bakarsak bakalım görüyoruz. Bu ülkeyi sosyalist bir iktidarın belirleyeceği merkezi planlama ve kamu mülkiyeti ağırlıklı iktisat politikaları dışında hiçbir şey kurtaramaz.

Tarihsel bir temeli de var: Bundan yüz yıl kadar önce Türkiye’de mülk sahipleri ağırlıklı olarak “gayrimüslimler” idi. “Burjuvazi” onlardı. Geçiş, doğrusal bir çizgi izlemedi. Emperyalizmin hesaplarını 1917 Ekim Devrimi bozunca Türkler ve Kürtler bir ittifakla yeni bir cumhuriyet fırsatı yakaladılar. Emperyalizmin doğrudan tetikçileri ve oyuncakları olarak, biraz da tarihsel koşulların sıkıştırmasıyla, Rumluk ve asıl acısı Ermenilik bu topraklardan silindi. Türklük de başka coğrafyalardan silindi. Halklar, mülk sahiplerinin yarattığı felaketlerin kanını sırtlanmak zorunda kaldı yine.

İyi olmadı.

Hiç iyi olmadı.

Ama bu senaryo Türk ve Kürt emekçi halklarının senaryosu değildi. Birinci Dünya Savaşı’nın, o emperyalist boğazlaşmanın sorumlusu mazlum Türkiye halkı değildi. Paylaşılacak olan av hayvanının adıydı Türkiye.

Türkiye halkını delirtecek bir senaryo bu. Kimsenin Ermenilere eski mülklerini geri verme gibi niyeti de yok zaten. Verir gibi yapıp alırlar, biliyoruz. Ama şu Anadolu halkını deliye çevirmek için, onu faşistleştirmek, her evin, her arazinin altına yeni bir bomba yerleştirmek için bundan daha iyi gerekçe olabilir mi? Bir işgale bahane oluşturacak kadar gözü dönmüş hale getirmek başka nasıl olur? Ermenilerin ve Rumların geri gelip eski mülklerini alacakları kuşkusu, Anadolu’da makul bir halk bırakır mı?

Milliyetçilik ve şovenlik, dincilikle karışıp halkı çılgına çevirecektir ve bu rezaletin altında bir mülkiyet hırsızlığı yatacaktır.

Sadece sosyalistler, devrimciler bu rezilliğin dışındadır.

Dincisi dinsizi her türden “demokrat”, emperyalizme yeni koşullarda ülkeyi tamamen satmak ve bir demokratik işgale konu etmek için Ermeni acısını açık artırmaya çıkardı.

“Faşistler”, şimdiki efendiler olarak ülkeyi emperyalizme kendi çıkarları doğrultusunda “okutmak” için tarihsel bir Ermeni acısını yok saymaya çalışıyor.

Buradan, bir yangın yeri çıkar.

Çok mu karışık oldu?

Öyle düşünenler şimdilik çoğunlukta. Yani solumuzda bile “Halk bizim bu derdimizi anlamaz!” diye korkanlar var. Oysa, kamu mülkiyeti üzerine kurulu dayanışmacı-ortaklaşmacı bir iktisat politikası, bilgisayar teknolojileriyle iyice kolaylaşan merkezi planlama, halklarımızın kanı pahasına yapılan bu mal-mülk paylaşımının aşağılık ve kanlı yüzünden ne kadar uzak durduğumuzu, aynı halklara daha kolay anlatmamızı sağlayan araçlar değil midir?

Ermeni açılımı ile Lizbon Anlaşması arasında galiba böyle bir bağ da var.