“İslamofaşizm”, SS-SA Hesaplaşması ve Bugün

Eğer bazı tanımlar üzerinde anlaşabilirsek, doğrudur, Türkiye gerçekten de artık “islamofaşizm” yolundadır. Bu saptamaya pek büyük bir itirazımız olamaz. Yeni bir rejime açılıyoruz. Büyük sermayenin en gerici kesimlerinin şiddet yoluyla icra ettiği dinci, liberal, sonuna kadar piyasacı, kabile milliyetçisi (“her dile, her şehire bir devlet”) ve emperyalizmin (“demokrasinin”) güdümünde bir iktidardan söz ediyoruz.

Peki, “islamofaşizm” de denebilecek böyle “yeni” bir baskı rejimi için harcanan çabalardan kafamızı kaldırıp Alman faşizminin tarihine bir göz atamaz mıyız?

Olabilir. Alman faşizminde Adolf Hitler’in emriyle ve “darbe bahanesiyle” gerçekleştirilmiş bir likidasyon eylemi var. Ünlü muhafız kıtaları SS (Sturmabteilung) ile hücum kıtaları SA (Schutzstaffel) ve lideri Ernst Röhm arasında yaşanan kanlı hesaplaşmayı bugünlerde yeniden hatırlamak mümkün ve hatta gerekli. “Uzun bıçaklar gecesindeki” kanlı çekişmenin, 30 Haziran-2 Temmuz 1934 tarihleri arasında, iktidardaki koalisyon içi şiddetin beklenmedik boyutlar aldığını, bazı eski nazi şefleri ve yönetici kadroların tasfiyesinde oluk gibi kan aktığını, en üst düzey generaller dahil sağcılıkta Hitler’i aratmayacak insanların böcek gibi kıstırılıp öldürüldüğünü biliyoruz. 3 gün boyunca Heinrich Himmler’in yönetiminde, Hitler’in yol vermesiyle, SA yöneticileri temizlendi. SA kaldı. Almanya nereye gideceğinin işaretini bu kanlı cinayetlerle vermiş sayılır.

Bu hesaplaşmaların, 76 yıl sonra ve Türkiye’de aynen yinelendiğini elbette kimse söyleyemez.

Ama ana hatlarıyla bir şeylerin, bazı zorunlulukların, dizginlerinden boşanan bir hırsın, emekçi halkımıza çok pahalıya mal olacak bir pervasızlığın sahneye yerleştiğini de görüyoruz. Bunu söyleyebiliriz. Sonuçta tarih, sadece bugünden bakılabilen ve bu sayede bazı paralellikler kurulabilen tıka basa dolu bir tuhaf ceviz sandık gibidir.

Oradayız: Sanki bir tür “Türk Bartholomeus Gecesi”, daha doğrusu “Günleri”nden geçiyoruz. Henüz fazla kan dökülmedi, intiharlar falan var ama, korkutucu olan, o kanın arkadan gelecek olmasıdır. 1934 ile 2010 arasındaki büyük farklardan biri böyle. Bu anlamda “teşbih” olmaz. Zaten teşbihte hata olmaz. Yani, benzetilen ve sonuçlar çıkarılan paralelliklerin bir uygunluk katsayısına sahip olması gerekir. Yoksa, bu deyim, her şeyin her şeye benzetilebileceği anlamına gelmiyor. Benzetmelerde büyük özen gerektiğini hatırlatıyor. İyi.

O nedenle iki benzemezle yüz yüzeyiz.

Yine de şunu söylemek zorundayız: 2002 yılı sonunda pekiştirilen AsParti-AkParti koalisyon iktidarı içinde, 7 yıllık bir zaman sonrasında bazı hesaplaşmalar yaşanması gerekmiştir. Benzer hesaplaşmaları gericilik tarihinden hatırlamamak olmaz. Bu hesaplaşmalar, “1923 paradigmasına” şu veya bu ölçülerde sahip çıkan bazı yüksek rütbelilerin ve yargı mensuplarının aşağılanması, itibarının yerlere serilmesi sonucunu veriyor, ama koalisyonun bozulması için değil, galiba sağlamlaştırılması için yapılıyor. AkParti-AsParti koalisyonu, ki 1980 yılından beri şu veya bu ölçülerde Türkiye halkının kaderine el koymuş bir iktidar çizgisinin bugünkü biçimidir, bazı düzeltmelerle devam etmezse, bu gerici dönem kapanabilir. Sermaye, buna izin veremez

Ama tabii tarihte hiçbir olay veya kişinin iki kez aynen yaşanamayacağını, Hegel’i düzelten Marx’tan beri iyi biliyoruz. Birincisi trajediyse, ikincisi maskaralık olarak bitiyor. Tamam. Bizdeki maskaralığın Anadolu’ya bir kan banyosu hediye etmesinden korkma hakkımız saklıdır.

Eğer nazi iktidarını sokağa egemen kılan “hücum kıtaları” (SA) ile Alman silahlı kuvvetleri ve Nazi Partisi’nin (NSDAP) merkezine yakın kesimler (SS) arasındaki bir boğazlaşma olarak 1934 yazındaki kanlı infazlar tarihsel bir tashih değilse, o zaman, 2010 yılında kıştan çıkış hazırlıkları yapan Türkiye’de yaşananları, onurları bitirilen, itibarları yerle bir edilen üst rütbeli subaylar, yargı mensupları ile sivil iktidar ve neredeyse tarikat ordusuna dönüşen polis arasındaki bir sürtüşme olarak göremeyiz.

Ama görüyoruz: Bizzat Türkiye burjuvazisi içinde, yoğun bir dönüşüm, bir yer değiştirme, zararlı hücrelerin kazınması için baskı ve belli belirsiz bir direnç yaşanıyor. Bunu dünya ve Avrupa ekonomisindeki krizin tetiklediğini düşünebiliriz. Batıdaki AB’li ve AB’ci komşuları resmen iflas etmiş bir Türkiye devletinin, yapısal bir dönüşüme zorlanması, emperyalizmin ihtiyaçlarıyla yakından bağlantılıdır ve bunun sürtüşmesiz gerçekleşmeyeceğini herkes biliyordu.

Türk ve Kürt zenginlerinin, sahnedeki itişmelere hangi hususlarda müdahil olduğunu düşünmek yararlı olabilir. Ordu gücündeki tarikat birlikleri, isteyen yeni polis güçleri de diyebilir, hükümet, ordu-yargı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu şifreleri veya “kurucu paradigması”na sahip çıkanlar arasında bir çatışma var. Bunun arka planında mutlaka egemen sınıfların yönlendirdiği bir tasnif projesi de görmemiz gerekiyor. Burada finans oligarşisinin damgası çok açıktır.

Bankalar, reel üretimden veya sanayiden koparılmış “aracı sektörler”, Calvinist “mütedeyyin” tüccarlar, yeni ticaret burjuvazisi... Bunlar, bu çekişmenin hangi ölçülerde tetikçisidir? Buna yanıt bulmak iyi olur. Ama böyle bir zorunluluk yok. Çünkü “Bu sorular açıklığa kavuşmadıkça sol bir şey yapamaz, sadece olan biteni izler” demek, cahil ve uşak sola, kendisini yeni diye yutturmaya çalışan “eski sola” yakışır. Kimsenin dikkatini çekmemiş olabilir, ama böyle bir sol epeydir aşıldı. Sahnedekiler, onun döküntüleridir.

Burada başka bir şey yapılıyor.

Türkiye, geçmişinden iğrenen insanların, emperyalizmin yeni talepleri doğrultusunda kendi tarihinden ve hatta devletinden tiksinmeyi sol politika sanan satılık demokratların elinde, kösnül bir hayvanı andıran dinci sürülerin halk sayılacağı en az iki ticaret deposuna dönüştürülmektedir. İki etnik, dinci, tüccar mafya devletine... Ahlaksız “solcuların” AB parasıyla fonlanmış “sol” haber sitelerinde veya parasızlıktan bir hilkat garibesi halini almış sitelerde içini dökmesinden, birbirlerine küfretmesinden anlıyoruz ki, biri Fırat’ın doğusunda biri de batısında iki küçük ülke için üzerinde genel bir uzlaşma var. Fırat’ın doğusunu batısından ayırmayı, ABD ve AB politikaları doğrultusunda (tabii onlara küfretmeyi ihmal etmeden) gerçekleştirecek bir sol döküntü uşaklar ordusu, tarikatçı polisle darmadağın olmuş bir ordu üst yönetimi arasındaki çekişmeyi ellerini ovuşturarak bekliyor. “Taraf”tırlar.

Banka sisteminin bu rezaletin arkasında ve iplerle oynadığını söylemek, sadece “malumu ilam”dır. Yeni bir şey değil. Ama hangi sermaye grubu nerede ve hangisi dincileri, hangisi bürokrasi içinde 1923 paradigmasından bir türlü vazgeçemeyen kesimleri destekliyor? Bu sorunun yanıtı henüz tümüyle alınmadı. Bir yıkım enerjisinin kaynağını arıyoruz. Bulmak şu sırada çok önemli değil.

Sadece Tekel işçilerinin çektiği çizginin, onlara kayıtsız şartsız destek veren TKP ve ÖDP başta başta olmak üzere birçok devrimci kesimin, ülke kaderini değiştirecek bir kurucu enerji içerdiğini görüyoruz. 1917’nin bir yan ürünü olarak 1923 paradigmasının, devrimci Türkiye solunu akrabalarıyla birlikte davranmaktan çekinmemeye alıştırdığını da...

Yıkım enerjisi, kurucu enerjiyi açığa çıkarıyor.