İslamofaşist Türkiye’ye büyüme tuzağı

Bazı ekonomilerin küçüldüğü bir zamandan geçiyoruz. Krizin orta yerindeyiz. Egemen Türk cehaleti kendini avutmayı sürdürebilir, ama iş sanıldığından çok daha ciddi. Dünden bugüne ABD’deki Dow Jones ve Almanya’daki Dax endekslerinin tehlikeli düzeyde gerilediğini haber olarak okuduk. ABD ve AB zangır zangır titriyor.

Kriz dedik: Küçülme bu işin doğasında yatıyor. Yani Marx’ı ezberleyip yinelerken dikkat etmekte yarar var. Örneğin, kapitalizmin büyümeye mahkum bir sistem olduğu "doğrusunu" yinelerken, ihtimam göstermemiz gerekiyor.
Çünkü malum, kapitalizm krizde büyümeyi durdurabiliyor, hatta küçülüyor ve, eğer imha kudretini arttırabilirse, tarihsel varlığı hiç de öyle tehlikeye falan girmiyor. Kendi başına bırakıldığında, bir biçimde "idame-i hayat eyleyebiliyor". Faşizmleri de içeren demokrasi dininden yararlanarak, kervanı yeniden düze çıkarması mümkün kapitalistlerin. İşi değiştirenler, daha doğrusu denklemi emekçiler lehine bozanlar, hep "bir avuç" veya "halktan kopuk" diye alay edilen ve bizim de "jakoben geleneğimiz" diye övmekten geri durmadığımız bir akıl durumudur: Aydın, aydınlaştırılmış işçi sınıfıyla birlikte bir dışarıdan müdahale ile kapitalizmi gerçekten de tarih dışı ilan edebilir. Ama onun yokluğunda, kapitalizmin kendi kendisini yok etmesi için henüz makul bir sebep bulamıyoruz. Barbarlık olarak da devam edebilir. Neden olmasın?

Rosa Luxemburg’un güzel vurgusunu, "Ya sosyalizm ya barbarlık" ikilemini, ki barbarlık Türkiye’nin yakın geleceğini imleyen bir tür parazit ve imhacı kapitalizmdir, sosyalizmin aydın müdahalesi eksikliğinde iktidar olmayacağının itirafı diye de okuyabiliriz.

Ne demek mi istiyoruz?
Şunu: Eğer kapitalizm, istikrarı için üretici güçleri geliştirmeye ve ekonomiyi büyütmeye mahkumsa, ekonominin büyümemesi bu sistemin sonunu daha mümkün hale getiriyorsa, islamofaşist bir Türkiye’nin, ya kendi içine ya da dışına doğru bir fiziksel hareketlenme yaşamak zorunda kalacağını ileri sürebiliriz.
İkinci Cumhuriyet büyük ölçüde kurulmuş bulunuyor, bundan sonrası, mevcudiyetini korumak için yapması gerekenlerle yakından ilintilidir: İslamofaşist bir Türkiye ya kendi içine çekilecek, buruşacak ve küçülecek ya da dışarıya doğru büyümek zorunda kalacaktır.
İşte, Ziya Paşa ışıklar içinde yatsın, o zaman, "bu terazû o kadar sıkleti çekmez" hale gelecektir.

İkisinin bir arada sahneye çıkacağı zamanları, yani bu yeni cumhuriyetin bir yerlerinden küçülürken kimi noktalardan dışa doğru büyüyebileceği ihtimallerini, daha sonra irdeleriz.

Biz, dün ortaya çıkan bir yeni bilgiden hareket ederek, Ankara’nın maceradan hiç kaçmayacak bir kimliğe bürünmekte kararlı olduğunu gösteren sinyalleri değerlendirelim. Türkiye’nin Suriye olaylarında, İran ve Suriye yönetimlerine karşı açıkça ABD-AB-İsrail yanlısı bir tavır aldığı gözleniyor. Bir denetim telaşı gündemdedir. Alman basınına göre, son birkaç aydır, özellikle bazı büyük istihbarat örgütlerinin ihbarlarını değerlendiren Türkiye, İran çıkışlı ve Suriye ile Lübnan’a yönelik silah ihracatının önünü kesmek üzere harekete geçmiş bulunuyor. Birleşmiş Milletler çevrelerinden bazı isimler, Türkiye’nin bu denetim sıklaştırmalarıyla İran ve Suriye’ye açık mesaj vermeye başladığını hatırlatıyorlar. Bir tür tehdit olarak görenler de var. Nitekim 30 Nisan’da Kilis yakınlarında İran kaynaklı ve silah taşıyan bir konvoyun durdurulduğu, burada ele geçirilen silahların hâlâ gözetim altında olduğu, artık BM çevrelerine de ulaşmış bir bilgi. Ayrıntılar yakında ortaya çıkar.
Demek islamofaşist Ankara artık bazı şeylere göz yummayacağını açıkça ilan etmek zorunda olduğunu düşünüyor. Tarihsel dostluklar falan bir kenara atılabilir. Bu, içerideki bazı kayıpları dışarıda kompanse edebileceğini düşünen bir aklın çizdiği yoldur. Küçük bir akıldır, çünkü "küçük" veya "şerefsiz" Osmanlı’nın, 1919’daki Osmanlı’nın aklıdır. Ama maceradan başka bir çaresi olmadığını da bilen bir akıldır.

Bu maceraların tümüyle başarısızlığa mahkum olduğunu elbette söyleyemeyiz.

Ama bir şey kesin: Yeni Türkiye, gerici, irrasyonel ve barbar ikinci cumhuriyet, bir yerlerden küçülürken bir yerlerden büyümeye çalışan bir kapitalizmin temsilcisidir. Bu, sürekli inip çıkan bir tansiyona karşılık geliyor. Bir sorun olmayacağını, çünkü ortada bir alternatif bulunmadığını düşünüyorlar. Ankara ve Türk-Kürt zenginleri, görmek istemedikleri için, devrimci solumuzun, mevcut durumuyla kapitalizmin bekasını tehdit edemeyecek kadar güçsüz olduğu inancındadır. Kapitalizmin tüm barbarlığıyla, bir dışarıdan müdahale ile, aydınlaşmış işçi sınıfının müdahalesiyle karşılaşmadıkça, her türlü kepazeliği sürdürebileceğini, bizim solumuzdan daha iyi bildikleri için, biraz pervasızlar. Biraz da elleri mahkum.

Görmediklerini, derinlerde yatan bir gelişmeyi hatırlatmış olalım: Genç TKP’ye bakarak, Türkiye solunda artık bu merkeze muhalif tek bir adım bile atılamadığını, atılan adımların ise sadece solu yıkmak ve soldan çıkmak anlamına geldiğini görmelerinde yarar var. Bir tasfiye operasyonunun boşa çıkarıldığını daha önce işlemiştik. En güçsüz sanıldığı dönemde, her zamankinden daha güçlüdür devrimci Türkiye sevdalıları.
Neyse... Görmezlerse de kendileri bilir.

Bizim gözümüz, Türkiye devrimci hareketinin TKP ve ÖDP’ce temsil edilen iki ana ırmağının, iktidarı hedefleyen bir büyük tarihsel uzlaşma, bir büyük koalisyon için belli adımlar atması ihtimalinde...

Bir güzel "şarabî eşkıya"nın, Can Baba’nın, o unutulmaz şiirindeki gibi yani: Onlar da olmasalar, gayrı bizim kimimiz var?