İki dinlilik: Demokrasi ve islam

AB’nin ortak para birimi avronun (Euro), sermaye sınıfını epey tedirgin eden son krizinden hareketle söylenebilecek şeyler var. İki din veya dinsel pratik hakkında: Biri Avrupa demokrasisi ve tüm uzantıları. Daha doğrusu emperyalist demokrasi... Bu, politika kisvesi altında tam bir din. Diğeri ise Avrupa’nın çeperindeki paspas demokrasiler ve bu arada Türkiye’deki islam. Eh, islam da son derece siyasi bir din, malum. Hele hele 8 yılda cumhuriyeti yerle bir etmeyi başaran Ankara’daki tüccar imamlar iktidarında...

Şunu biliyoruz: Avro krizinde en az 5 avro ülkesinin (Yunanistan, İrlanda, Portekiz, İspanya, İtalya) fiilen iflasta veya iflasın eşiğinde olduğu ve bu sorunun çözümü için Almanya’nın yaşlı kıtaya kendi reçetelerini kabul ettirmeye hazırlandığı gözleniyor. Tabii demokrasi adına. Buna, Berlin’in hakkı var. Demokrasi budur. Gerçekten de âlem buysa, kral Berlin.

Fakat, Almanya’da Başbakan Angela Merkel’in kriz çözümü için asıl önerdiği ve elbette bu açıklıklıkla ifade etmediği önlemler, bir "paralel dünya" kabul edilebilir. Önceki ay Yunanistan ve avro krizi üzerine bir kitap çıkaran ("Griechlenland, die Krise und der Euro") Almanya’nın çalışkan solcularından Andreas Wehr, dünkü "Junge Welt" gazetesinde gelişmeleri güzel özetledi. Wehr’e göre, Berlin, gerçekten de krizde veya iflas sürecindeki AB üyelerinin egemenlik haklarını yerle bir etmekte kararlı. Çünkü, buna mecbur. AB’nin "müflis beceriksizleri", bütçelerini, istihdam piyasalarını, sosyal güvenlik sistemlerini ve emeklilik politikalarını kendi başlarına belirleyemez haldedir. AB ve IMF, sadece bu politikaları değil, müflislerin altyapı yatırımlarını bile denetlemekte kararlıdır.

Demek ki, ulusal egemenlik, en önemli alanlarda, tarihe karışmış bulunuyor. Paris’te Sarkozy ve Berlin’de Merkel, ama özellikle Merkel, avro alanında vergi ve çalışma yasalarının "ahenkli kılınmasında", daha doğrusu tekleştirilmesinde, en açığı "Almanlaştırılmasında" ısrarlıdır. Yani Berlin-Paris hattından "beceriksizlere" gelecek her yardımın önkoşulu, emeklilik yaşının, bu sınır şimdilerde kademeli olarak 67’ye çıkarılmış Almanya düzeyine çekilmesi, ücretlerin ulusal gelir içindeki payının düşürülmesi ve muhtaçlara yapılan sosyal yardımların da Almanya’da "Hartz IV" diye anılan aşağılayıcı sınırlara itilmesidir. Korkunç bir yoksullaşma/yoksullaştırma ve aşağılama terörüyle karşı karşıyayız. Demokrasinin terörü böyle olur.

Aşırı borçlanmış, bütçe açığı makul sınırları çok aşmış ve açıkça iflas sınırındaki AB üyelerinin, ulusal egemenlik haklarından vazgeçmeleri, şaşılacak bir talep değildir.

Böyle bir tablo egemen tablodur. Kenardaki müflis AB halkları, Avrupa’nın egemen sermaye katmanlarına dönüp "Bu memleket sizin!" demeyecek de ne diyecek?

O nedenle, Türkiye’nin devrimcileri "Bu memleket bizim!" diyerek Nâzım’ı yineledikçe, uluslararası sermayeye karşı bir savaş açtıklarını da ilan etmiş oluyorlar.

Kısacası, artık ulusal egemenlik falan yok. Sosyalizme yönelmiş bir hükümet yoksa, yerleşik başkentler ulusal egemenliği tamamen unutabilirler. Unutmayanlara da unutturulur. Güvenlik güçlerine demokratik Batı’dan hibe edilen teçhizatla acımasızca dövülen gençlerimiz, "Bağımsız Türkiye!" dedikçe, bir büyük dünyayı sarsmaktadır.

Neyse.. Bunları başka yerlerde de söylemek mümkün, ama bizim gelmek istediğimiz nokta biraz daha farklı bir yerdeydi.

Alman sermaye sınıfı ve sözcüleri, Merkel ve dostları, kendi halkına dönüp bir şey yapmaya çalışıyor. "İşte senin yaşadığını koşulları bu tembel ülkelere uyarlamaya çalışıyoruz. Direniyorlar. Bize destek ver." O desteği almıyor da değil. Uluslararası Çalışma Örgütü’ne göre, Alman işçisinin cebinde bugün 2000 yılındakinden yüzde 4.5 daha az para bulunuyor. Yani adamların 10 yıldır ortalama ücretleri geriliyor. Fakat bu ülke, aynı zamanda korkunç bir ekonomik büyüme de yaşıyor. Böyle bir ortamda Merkel, halkı "kafalamak" için onu tembel AB üyelerine karşı kışkırtmayacak da ne yapacak? Bu tuzaktan kurtuluş yok. Halk da zaten bu yemi yutmuş durumda. Kendi felaketini hazırlıyor.

Bu tuzaktan, merkezde veya çevrede, halklar asla "demokrasi dini" çerçevesinde kurtulamazlar. O nedenle korkunç boğazlaşmalar yaşanması kaçınılmazdır.

Bir dinsel kurumlaşma olarak demokrasi veya AB ya da avro böyle bir şey.

Türkiye’deki "demokratik islam" gibi. AsP destekli AkP siyaseti yani.

Bunlar bir terör. Moğol terörünün veya Hitler terörünün yeni versiyonları. Acının hemen fark edilmesini önleyen uyuşturucular eşliğinde ve yeni silahlarla uygulanıyorlar...

Bütün bunları solun görmesi gerek. Bizde görmediği söylenemez. "Belge’li Birikim gericiliği" öncülüğündeki eski solun tüm maskeleri düşmüştür ve zaten de "cavlağı çekmek üzeredir". YKP sayesinde, Yunanistan’da da görmeye başlıyor olmalılar. İtalya, Portekiz, İrlanda, İspanya falan sırada... Bizde, durmadan demokrasi diyerek veya "İslam ve sol" gibi gerici medya manasızlıklarında anlayışlı pozlar vererek felaket önlemez. Demokrasi, islam ve bunların paspasçısı bürokrasi, büyük felaketimizin gerekçeleridir.

Solun böyle bir demokratizmle arasına akılcı setler yerleştirmeye başladığını görüyoruz. İyi. Büyük boğazlaşmada, halka, "Biz söylemiştik, bu rezillikten sorumlu değiliz, reçetemiz kökten farklıdır" deme şansımız var.

Doğrusu, yaşadığımız günlerde, Türkiye’de, demokrasinin islamcı ve islamın da pek demokratik olduğunu, bu nedenle acımasızca kan dökebildiğini söylemek aşırı bir iddia olmuyor. Batı bu tabloyu seviyor. Bunlar kanı seviyor.