Hazirandaki Türk Fukuşima’sına doğru koşar adım...

Demek ki neymiş? Epeydir unuttuğumuz, daha doğrusu "başarıyla unutturulan" bir şeymiş: En sinameki sokaklar ve en cabbar iktidarlar bile paldır küldür değişebilirmiş. Kuzey Afrika’daki "hareketlenmeler" biraz da bunu göstermedi mi?

Öyledir.

Ama bir başka şey daha var. Krizler, egemen sınıfları gafil avlasa bile, eğer çalışan yığınların tutarlı ve ısrarlı bir iktidar perspektifi yoksa, bir sosyalist iktidar kararlılığı ortada bulunmuyorsa, en açığı, bu gazetedeki çok hoş bir vurguyla, sahnede "öcü değil öncü" bulunmuyorsa, pleblerin ayaklanması falan hiçbir şey ifade etmez. 1902'den beri dünya sosyalizminin amentüsü sayılabilecek bir vurgu, kendini bir kez daha hatırlattı. Lenin Okulu mezunları, yani "Ne Yapmalıcılar" Kuzey Afrika’da da haklı çıkıyorlar.

Bir de şu: Emperyalizmin kriz yönetme, gafil avlandığında bile kendini hızla toparlama yeteneği var. Ama bu yetenek "allah vergisi" falan değildir, kısmen deneyiminden, büyük ölçüde de ezilenlerin ve sosyalist iradenin, bir devrimci partinin kendini kanıtlayamamasından kaynaklanmaktadır. İsteyen, Rusya’ya da bakabilir. Örneğin, orada Zuganov ve tayfasının, yani bizde de izdüşümlerinin epey bir olduğu bu bataklığın etkisi sürdükçe, büyük beklentiler içine girmek anlamsızdır. Bu adamlar Rusya’da bile sosyalizmin düşmanıdır sosyalizm adına tabii...

Ne demek mi istiyoruz?

Galiba, şunu: Libya’nın Türkiye’yi öncelediği, aslında orada Türkiye’nin hikaye edildiği, daha doğrusu, Türkiye’de yakın bir gelecekte Libya’nın sahneye konulacağı yazılmıştı bu gazetede bunu, şimdilerde, bizi "cini kadar sevmeyenler" bile yineleyip duruyor. Özellikle bazı "muhalif" politikacıların etnik tehditleri, Libya’ya doğru doludizgin yuvarlanan bir Türkiye resminin yayılmaya başladığını gösteriyor. Bir gün bu ülkenin bir yerlerinde birileri on binleri sokaklara çıkaracak, birileri silahlarla bir yerleri işgal edecek, çatışmalar başlayacak ve ülke paramparça olacak. Herhalde böyle hesaplar var. Ama Türkiye, pek öyle Irak’a, Yugoslaya’ya, Libya’ya falan benzemediği, insanları inanılmaz bir iç içelikte yaşadığı için, tarihinde tanımadığı acılarla yüz yüze gelecek. Birinci Dünya Savaşı’nda Dersaadet’i elinde tutan Alman genelkurmayının, daha sonraki yıllarda Hitler’i iktidara getirecek olan genç militaristlerin, o gençlik yıllarında zorla sahneledikleri kanlı Ermeni tehcirini, bu insanlık suçunu, 100 sonra tekrar da edemez ki kimse. Çünkü halklar, insanlar, diller öylesine iç içe ki... Bu sahnede geleceğimiz tam da bu iç içelik nedeniyle çok karanlıktır.

Libya’ya en çok gencecik devrimcileri esir alıp olmadık işkencelerden geçiren, kendilerini Türkiye’nin "gerçek sahibi sayan", bugünlerde badem bıyıklı imamların pabuçlarını öpen bazı üniformalılar ve onların halefleri bakmalıdır. Orada, çok değil kısa bir süre sonrasının Türkiye’sini göreceklerdir. Badem bıyıklı imamların dikkatörlüğünü onlar hazırladı çünkü. Şimdi itilip kakılmaları hiçbir şeyi değiştirmez.

Fakat bunlar, hep birlikte "hiçbir şey değişmez" diyenlerdi.

Demek ki değişiyormuş. Bizde olan, başka coğrafya ve tarihlerde olmadığı için, oralardaki çıkışsızlığı bizim aynen yinelememiz gerekmiyor. Bu coğrafya ve dil, bir çare üretebilmiş bir coğrafya ve dildir. Aklımızda bulunsun.

Demek, ne olursa olsun, umut veren bir şey var: Örneğin, sokak, bir anda değişebiliyor. Sokak hareketlenmeye başladığı anda, egemenler denetimi elden kaçırıyor. En olmaz denilen şeyler olabiliyor veya oldurulabiliyor. Üstelik bunlar, bu dönüşümler, sonuçları ne olursa olsun, emperyalist merkezleri de yanlış ayağının üzerinde yakalayabiliyor. "Bu da nereden çıktı?" dedirtiyor.

Sorun bu değil.

Sorun şu: Emperyal merkezlerden çok, kendisini solda sanan çevreler böyle gafil avlanıyor. Etkileri tamamen sıfırlanamadığı için de bir yara açabiliyorlar. İşte bu sıfırlanma sürecinin 12 Haziran’a doğru hızlanacağını ileri sürebiliriz. Türkiye, Fukuşima’sına koşuyor. Malum, nükleer santral "patlayınca" değil, asıl tahribini "patladıktan", daha doğrusu çekirdek eridikten sonra, aslında da kurulduktan sonra yapıyor. Seçimlerden CHP tarihsel bir yenilgiyle çıkabilir ve bu tarihsel yenilgi, AKP için, sandıktan beklentileri doğrultusunda bir sonuçla bile çıksa, sonun başlangıcı olur. Türkiye bitiş sürecindedir. Bu yıkım kaderinden ancak bir devrimle kurtulunabilir.

Burada önemli olan, partidir.

Bir toplumu, tüm hücreleriyle analiz eden ve yeni bir iktidar öneren parti ve onun çevresinde oluşturulacak "iktidar cephesi" önemlidir. Dolayısıyla şu veya bu "kişi"nin, üstelik solculuk iddiasıyla, CHP’de veya başka bir yerde, "bağımsız" olarak milletvekili seçilmesinin hiçbir anlamı bulunmuyor. Yarım milyon öfkeli ve bilgili adam ve kadın, bu ülkenin kaderini temelinden değiştirir. Bir büyük dönüşümü tetikler. Bu ülkeyi bir hafta içinde tanınmaz hale getirebilir bu tetikleme...

Somut durum, tarihsel sıkışma, bu coğrafyada her şeyin bir anda değişebileceğini gösteriyor. Bu değişimi sadece "otların bile büyürken çıkardığı sesi duyabilenler veya duymak için çırpınanlar" algılayabiliyor. Otların büyürken çıkardığı sesi duymayacak kadar "mantıklı" kalabilenler, sahnede hep tesadüf, komplo veya sürpriz görmeye teşnedir. Bunu propaganda etmeleri normaldir.

Fakat, "haziranda ölmek zor"dur. Hani düğünlerde eğlenirken bir serseri kurşunla dünya değiştirenler var ya... Türkiye burjuvazisi, AkP-AsP büyük koalisyonu, böyle acımasız bir sürprizle yüz yüze kalabilir.

Neyse... 3 Nisan’da Kadıköy’de, genç dostlarımız, felaketin eşiğindeki bu ülkeye doğru teşhis koymuş ve tedaviye talip aydın aklının, çözümün en çok bağıranlarda olmadığını emekçilere bir kez daha anlatmaya çalışacak. Onların arasında, dostların arasında olmak iyidir.

Her şeyin bir anda değişebileceğine, devrimin çok yakın olduğuna inanmayanlara biz siyasette "ceset" deriz. Sadece cesetlerin bir beklentisi veya ufku olmaz. Demek ki, sol içinde ve dışında, böyle cesetlerden bir orduyla mücadele etmek zorundayız.

Tarihin en güç işidir bu. Doğru.