Finans Oligarşisinin Faturası: Demokrasi

Deflasyon zaten gündemde. Metropoller "kağşıyor". Ama tek başına ne kadar yıkıcı olursa olsun, deflasyonist yıkımın, arkadan gelecek bir hiper enflasyon karşısında "solda sıfır" kalacağı da biliniyor. "Eşeğin büyüğü ahırda" yani.

Peki.

Dünya toplam hasılasının, üretimin, hızla gerilediği zamanlara girdik. Para miktarı ise acımasız bir hızla artıyor. Özellikle de bir dolar baskınıyla iç içe yaşıyoruz. Tam anlamıyla zincirlerinden boşanmış Amerikan banknot matbaası, dünya piyasalarına aralıksız dolar pompalıyor. Denetleyeni falan kalmamış. Diğer zenginler de, benzer bir türküyü kendi ülkelerinde/bölgelerinde tutturmuşlar. Avrupa ve dünyanın kredi piyasalarına bol bol avro yağdırılıyor.

"Finans oligarşisi" paraya boğuluyor.

Ama üretim düşüyor.

Demek ki, kısa ve orta vadede bile, son köpüklerle birikmiş servetlerin eritilmesi gerekecek.

Savaşla ve enflasyonla...

Başka bir yolu var mı?

Gerçi bunlar, o köpüklerden nemalanan bazı sermaye grupları için, gerçekten kötü haberdir. Kabul ediyoruz. Ama herhalde, asıl, emekçi sınıflar için bir felakettir. Kısacası, resmen bir felaketin üzerine veya üzerinde yürüyoruz.

Merkezde yer tutan emperyalist ülkelerde, krizin kasıp kavuracağı zamanlara yeni yeni giriyoruz. Elbette, bu çöküşün faturasının azgelişmişlere çıkarılacağı kesindir. O gözle bakabiliriz. Krizin başka nasıl hafifletileceğini düşünmeye gerek bile yok. Çünkü başka bir yol yok.

Özel servetlerin kaynağı finans sektöründeki birikim, hadi kavramı biraz geniş tutup "parasal servet" diyelim, Almanya'nın önde gelen "yurttaş iktisatçılarından", yer yer bizim Korkut Hocamız'ı andıran, Bremen Üniversitesi'nden emekli ama hâlâ çalışkan Prof. Dr. Jörg Huffschmid'in son analizlerine göre ilginç ve tehlikeli bir seyir izliyor: Bu "servet", 1980 ile 2007 arasında 12 trilyon dolardan 196 trilyon dolara fırlamış bulunuyor. Prof. Huffschmid, aynı dönemde dünya toplam hasılasının, biraz sıkıştırarak "reel üretim" de diyebiliriz, 10 trilyon dolardan 55 trilyon dolara yükselebildiğini hatırlatıyor. Almanya'nın bu gerçekten düzgün ve sorumlu kafası, 19 Mayıs 2009 tarihli "Junge Welt" gazetesinde yer alan "Neue Quellen des Profits" (Kârın Yeni Kaynakları) başlıklı geniş çalışmasında, bu anormal büyümeyi ve finansal değerlerle reel ekonominin "hasılası" arasında ortaya çıkan uçurumu vurgularken, "uluslararasılaşma derecesine" de dikkat çekiyor. Bu kavram, belli bir ülke bazında uluslararası alanda yatırılan finansal servetin ulusal hasılaya oranını ifade etmektedir ve Prof. Huffschmid'e göre, 1980 yılında sanayileşmiş ülkeler için yüzde 70, azgelişmişler için ise yüzde 80 idi. Daha sonra da, 2005 yılında, sanayileşmiş ülkeler için yüzde 325, azgelişmiş ülkeler için yüzde 150 olmuştur. Dikkat: Dönemin başında toplam hasıladan daha düşük olan oran, yakın zamanlarda zenginler için yüzde 325, azgelişmişler için de yüzde 150 olarak, reel ekonomiye resmen "nal toplatıyor": Bu paranın karşılığı, nereden baksanız, bulunmuyor.

İşte biz, buna, rahatça "yeni atom bombası" diyebiliriz.

Bir dönem soL'da yazmış, şimdilerde ilginç bir kavganın içinde metropollerde yol arayan Jürgen Els&aumlsser için de bunlar en son model kitle imha silahlarıdır. -Jürgen'in samimi kavgasını ileride bir biçimde anlatırız.-

Gerçekten de, demokrasilerin insanlık tarihine armağan ettiği en korkunç kitle imha silahlarından biriyle karşı karşıyayız.

Bir başka ifadeyle, felaketimizin veya yeni feodal barbarlığın yolu, emperyalist demokrasilerin finans sektöründen güç alan bu yeni kitle imha silahlarıyla örülmüş bulunuyor.

Birini alırsanız, diğerini de alırsınız.

Deflasyonist dönemi izleyecek hiper enflasyonu ve onun yıkıcılığını, savaşı, bu finansal servet silahlarını, demokrasiden ayıramıyoruz.

O halde son derece demokratik bir ölümün veya bitişin eşiğinde bulunuyoruz.

Felaketin eşiği bize klasik faşizmlerin falan değil -eski çamlar bardak oldu, malum-, emperyalist demokrasilerin bir armağanıdır.

Türkiyeliler için söylüyoruz: O demokrasiyi alırsanız, bu ülkeyi kaybedersiniz.

Dolayısıyla, şimdilerde "demokratik özerklik" başlığı altında ve maalesef çirkin bir şarlatanlıkla sola yutturulmaya çalışılan bu emperyalist çözümde, Türkiye 20-25 özerk bölge halinde yeniden örgütlenebilir. ABD ve AB'nin hiç itiraz etmeyeceği, hatta destekleyeceği bu "parçacıklar siyaseti" üzerinden her bölge hem kendi kaynaklarını ve sembollerini özgürce kullanır -göndermeler umarız sahibini bulmuştur- hem de demokrasiyi yeniden inşa eder.

Ne diyelim?

Peki, geriye Türkiye kalır mı?

Soran var mı?

Kürt ve Türk halklarının kaderlerinin birbirine yapıştırıldığını, bunu tarihin yaptığını, dolayısıyla bu kaderleri birbirinden ayırmanın tam bir emperyalist plan, bir tarihsel katliam olacağını söylemek, acaba haksızlık mıdır?

Türkiye devletini hep bir etnik veya dinsel kimlikle tanımlayanların eline mi oynanıyor?

Diyelim öyle: Bunun solla ne ilgisi bulunuyor?

Böyle bir demokrasinin Türkler ve Kürtler için önceden ilan edilmiş bir cenaze töreni olduğunu söylemek, acaba antidemokratiklik mi demek?

Felaketimizin temelinde son ekonomik kriz yatıyor. Sadece o değil. Felaketimizin temelinde her biri diğerinden daha demokratik etnik ve dinsel tanımlamalar da yatıyor.

Yani, felaketimize çıkan yollar, demokrasi adı verilen büyük aldatmacanın taşlarıyla örülmüş bulunuyor. Emekçi iktidarlarının unutturulduğu bir oyun bu. Bir "finansal" din. Yani, bir kin.

Kriz çok ağır. Aklını Kürtlük veya Türklük ya da İslam ile bozmuş olanların kafasının alamayacağı kadar ağır bir çöküşün içindeyiz. Açıkça söyleyelim: Bu zamanın egemen kategorileriyle çıkmazımıza çözüm aramaya meraklı olanlar, şu ya da bu biçimde, mutlaka emperyalist planların eline oynayan şarlatanlardır.

Emperyalizme ve kapitalizme kafa tutmayanların, Türkiye'yi elinde tutması imkansızdır.

Oraya gidiyoruz, bir kaotik şaşkınlık içindeyiz, tamam ama, hiç mi iyi şeyler olmuyor? Solun, özellikle eski solun tozunu atmaya başlayan yeni ve genç devrimci solumuzun, ilginç bir nüfuz alanı kurduğunu, solu derleyip toplamaya başladığını görmezlikten gelmek doğru olur mu? Var.

Sermayenin AsP'si, AkP'si, CHP'si, MHP'si, velhasıl her türden demokrat dincisi ve etnikçisi varsa, emekçi halkın da bir dayanma noktasının olması lazım.

Var.

Ama asıl, "genel solumuz" için ve tutmuş bir slogandan hareketle söyleyelim: Türkiye'yi ortadan kaldırmaya yeminli sermayenin bu kadar partisi varsa, Türkiye solunun da TKP'si var. Sol artık ona bakarak kendisine çeki düzen veriyor. Ya da "hasım" ilan ediyor. Solculuktan da istifa etmiş oluyor.

Bu, kanıtlanmıştır.

Kimileri için trajik olabilir.

Bizim gibi "dışarlıklılar" için sadece sevindiricidir.

Krizde bir umut ışığıdır. Galiba tek umut ışığıdır.