Feshedilen Libya, Türkiye ve tabii Yıldırım Türker

Oraya gidiyoruz gerçekten: Libya’ya bakan Türkiye’yi görebilir.

Arada elbette büyük farklar var. Ama analoji dediğimiz şey de zaten böyle bir şey değil midir? Siz eğilimlerin, yapıların, işlevsel bağlantıların birbirini andırdığını iddia ederken, o benzerliklerin bire bir örtüşmediğini herkes bilir.

Koca Afrika’da, görece biraz daha insani bir yaşam kurabilmiş, şaşırtıcı bir sosyal güvenlik sistemine sahip yegane ülke, paramparça olmanın ve belki de NATO işgalinin eşiğinde. Feshediliyor resmen. Ondan çok daha "iyisini" biz 1989’larda Doğu Avrupa’da gördük. İnsanlarının geleceğini resmen garantiye almış, sefaleti tarih gömmüş rejimler, bırakın o garantileri reddetmeyi, onları "diktatörlük" olarak yutmayı ve yutturmayı bile becermiş halkların etkin katılımıyla yıkıldı. Şimdi olan, bir başka düzlemde ama kısmen benzer şeylerdir.

Libya, gerçekten de Afrika’nın diğer insanlık dışı rejimlerinden farklıydı. Komşularına benzemezdi. Ama kurtulamıyor...

Ne oluyor?

"Seyredenler de seyredilir!" veya "Yıkılanları yıkanlarla anlaşarak izleyenler de yıkıma sahne olur!" türünden emperyalist dönem ilkeleri, tarih sahnesinde kendini yeniden hatırlatıyor.

1989’da beyni bulutlanmış halklar sosyalizme dair her şeyi, muz, din ve pornografinin simgelediği "serbest piyasa" için tuzla buz ederken sesleri çıkmayanlar, aradan biraz zaman geçince faturayı kucaklarında buluverdiler. Ortadan kaldırıldılar. Domino kuramı varsa eğer, işte böyle bir kuramdır. O zaman...

O zaman, Yugoslavya büyük ölçüde Türkiye’ydi.

Irak büyük ölçüde Türkiye’ydi.

Aslında onlardan önce reel sosyalizm ve SSCB büyük ölçüde Türkiye’ydi.

Şimdi de Libya, büyük ölçüde, Türkiye’dir.

Belki yukarıda kapitalizmle sosyalizmi birbirine "benzettiğimiz" için itiraz edecekler olabilir, haklıdırlar, ama analoji de böyle bir şeydir, sadece ana çizgileriyle süreçlerin birbirini andırdığını ifade etmek için kurulur. Dolayısıyla, analojilere konu olanlar, aslında realitede birbirine benzemezler, yine de böyle kurmaca sahnelerde bir mantık silsilesi içinde yer alabilirler.

Güney Afrika Cumhuriyeti bir yana bırakılırsa, hatta bazı koşullarla o da dahil edilebilir, Kara Afrika’nın kişi başına gelir düzeyi en yüksek bir ülkesinden söz ediyoruz. Libya, başta da dedik, Kara Afrika’nın pek tanımadığı bir sosyal güvenlik sistemine de sahipti. Kaddafi’nin "kafayı yemiş" bir görüntü verdiği açık, hatta gerçeklik duygusunu büyük ölçüde yitirdiğini dışarıdan bakarak da söyleyebiliriz, ama ortada, komşularıyla karşılaştırıldığında, inanılmaz bir haksızlık var. Bu ülke, çeşitli nedenlerle Afrika denilen sefaletin dışında bir gelişim çizgisine sahipti.

İyi de, kitle hareketlerini nasıl açıklayacağız?

O soru bekleyebilir. Yakın vadede olacak olan herhalde şudur: Batı’nın, özellikle Avrupa Almanyası ile ABD’nin el ele, bu bölgeye asker çıkartması kimse için sürpriz değildir. Bu fırsatı kaçırmak istemezler ve parçalanmış Libya, askeri denetime alındığı andan itibaren de Kuzey Afrika’daki tüm kalkışmalar Batı’nın uysal köpeği birer rejime dönüştürülebilir. Bunu yapacaklardır.

NATO uçakları Almanya ve Fransa’nın sözde "gizli" desteğiyle Yugoslavya’yı bombalayıp parçalarken, 1999, benzer bir senaryonun Türkiye için de gerçekleşeceğini ileri sürenlere deli gözüyle bakılıyordu.

Libya’dan sonra sıranın Türkiye’de olmadığını kimse ileri süremez.

Etnik ve dinsel bir cehenneme dönüşme emareleri gösteren Türkiye, yakın bir gelecekte sokakları kana bulandığında, Libya’daki senaryoyu benzer ölçüleriyle yaşayacak.

Peki, ne olacak? O günleri mi bekleyeceğiz?

Bu senaryoyu bozan bir aydın ve işçi sınıfı mücadelesi birikimine sahip olduğumuzu kanıtlarsak kendimize eğer, bırakın bölgemizi, dünyanın bile kaderine müdahale edebiliriz. O nedenle islamofaşizmin elindeki bir ülkenin seçim sandıklarından yarım milyon komünist oy çıkması, çok önemlidir. Bu oylar daha önce çıksaydı, her şey daha farklı olabilirdi.

Türkiye’nin islam dünyasındaki rezalete benzemeyen bir kader çizgisine sahip olduğunu, eksikli de olsa aydınlanma birikimimizden güç alarak, onu Hegel-Marx çizgisinde içerip aşarak ("Aydınlanma bizi taşımaz, biz onu taşırız" - Çulhaoğlu) , kanıtlayabiliriz.

Ama Türkiye yakın bir gelecekte Yugoslavya, Irak ve benzeri kaderlerden sonra, Libya’nın kaderini de paylaşmaya hazırlanıyor bunu anladık. Kanlı bir düğün bu. Emperyalist demokrasinin üzerimize boca ettiği bir düğün yemeği de diyebiliriz.

Kambersiz düğün, bu kanlı senaryo da Yıldırım Türker’ler olmadan olmaz. Böyle rezil bir senaryoda Yıldırım Türker türüne, maalesef devrimci solumuz içinde bile hayranlara sahip bu zihniyete bol iş, yani rol var. Anladık. Adamların kimliklerini böyle zamanlarda ortalığa dökmesi, kendilerine teşekkür borçlu bırakıyor bizi. Sağ olsunlar.

Biz gazeteci arkadaşlarımızı, Sonerleri ve iki Barış’ı, bunlarla bir tutmayız, elbette onlar bizi biz de onları zaman zaman eleştiririz, yollarını belki paylaşamayız, ama kuşkusuz dostlarımızdırlar. Hele bugün, bir iğrenç komplonun elindeyken, her zamankinden daha çok dostumuzdurlar. Yıldırım Türker ve hayranlarıyla ise aramızda en küçük bir eleştirel ilişki kalmamıştır. İnsan düşmanını eleştirmez. Şunu söylemeden geçemeyeceğiz: Bugünden sonra, sola düşmanlıkta belki Abdullah Çatlı ile yarışabilecek bir hırsa sahip olduğunu kanıtlayan Yıldırım Türker’in saldırganlığına en ufak bir haklılık parçası vehmeden, bu tuhaf denemecide en ufak bir "sol zenginlik" bulan, solculukla tüm bağlarını kesmeye karar vermiş demektir. En azından, bu satırların yazarı gözünde, öyledir. Eh, bu satırların yazarı da pek önemli değildir. Peki...

Neyse.

Biz bu döküntüleri bırakalım ve Libya’ya dönüştürülecek bir Türkiye projesine karşı neler yapabileceğimizi tartışalım. Daha iyi olur.

Böyle giderse askeri işgal kapıda. Malum, Libya’da pişer, bize mutlaka düşer. Ağlayacak halimiz yok ya...

Zaten vaktimiz de yok...