Erdoğan-Gül nazizmi?

Tersi şaşırtıcı olabilirdi. Devrimci durum, halkı, akılcı tepkilere mi yoksa geleneksel ve akıl dışı “fevrî” davranışlara mı iter? Neyi ve nasıl tetikler? “Ne Yapmalıcılar” için, eğer devrimci öznenin toplumsal etkisi sınırlıysa, böyle her durum bir karşıdevrimci sürecin tetiklenmesi anlamına gelecektir. Onlar için ortada bir sürpriz yoktur.

Yani biz, boyun eğmeyenlerin sayısının beklentilerimizin altında kalmasına pek şaşırmayız.

Neden mi? Çünkü, biliriz: İlk sosyalist devrim ve erken (reel) sosyalizmin kurulmasından neredeyse bir asır sonra, kapitalizm kendisini yeni ideolojik mekanizmalar yoluyla takviye ederken, Türkiye halkının dünyanın diğer halklarından farklı davranması, zaten bir sapmaya işaret ederdi. Olsaydı iyi olurdu. Olmadı. Şimdilik böyle bir sevindirici sapma sinyali almış değiliz. Ama bu ülkede, tarihinin en karanlık döneminde, beklentilerin altında da kalsa, böyle kararlı bir kitlenin varlığı yeni zamanın görevlerine hazırlanmak için olağanüstü zayıf olmadığımızın da göstergesi sayılmaz mı?

Öyledir.

Halkımız, diğer halklar kadar uyanık, yer yer pek bir tilki, bazen acımasız, onlar kadar bayağı, fakat onlar kadar da kahraman.

Ama tabii yine de bir fark var. Bir devrimci durumdan geçiyoruz. Üstelik bu, farklı bir devrimci durum. En azından tarih içindeki yeri, renkleri ve tonlamalarıyla farklı. Yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği açık. Zaten de bağırıyorlar. Yoksa neden yeni anayasa falan istesinler? Biraz da bu nedenle kendi içlerinde ciddi hesaplaşmalara gittiklerini görüyoruz. Peki, soru şu: Yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği ve tüm bir toplumu yeniden dizayn etmeye "yemin içtiği", her riski de göze aldığı bir dönemde, yönetilenler eğer eskisi gibi yönetilmeyi, yani istikrarı ciddiye alırsa ortaya tuhaf bir ihtilaf çıkmaz mı? Biz bu tabloya, devrimci durum diyemez miyiz?

Diyebiliriz ve bundan sonra artık neredeyse sürekli bir devrimci durumun içinden geçeceğimizi, hatta bu süreçte kapitalist Türkiye’nin mutlaka küçüleceğini ve cumhuriyetin tüm tarihsel meşruiyetinin sıfırlanacağını iddia edebiliriz. Yeni parlamentoya "Kurucu Meclis" bayağılığını yakıştıranlar, eğer akli melekelerini önemli ölçüde yitirmemişlerse, bir cehennemi güzelleyerek solun her türlüsünden uzaklaşıyorlar. Bu "Kurucu Meclis", Türkiye’den geriye bugünkü Balkanları veya Ortadoğu’yu, Irak’ı, Suriye’yi, hatta Libya’yı bırakacaktır.

Tamam. Yönetenler eskisi gibi yönetemiyor gerekirse tatsızlık çıkarmayı, sayesinde solu temizlediği "sağ kemalistleri" içeri tıkmayı bile kaçınılmaz bir görev sayıyor. Yönetilen milyonlar ise "aman bir tatsızlık çıkmasın, istikrar bozulmasın" duygusuyla şimdilik oynanan oyuna katılıyor. Kürt halkının bir başkaldırı içinde olduğunu söyleyebiliriz. Bu halkın çocuklarıyla övünme hakkı da var. Tamam. Ama Türkiye’nin çok küçük bir parçası olduklarının hâlâ farkında değiller mi? Bu soruya ileride, bir başka "vesile-i haseneyle" tekrar döneceğiz.

Şimdi şunu açıkça söyleyelim: Bu sürtüşmenin kanlı sonuçlarını er ya da geç kucağımızda bulacağız. AkP’ye yüzde 50’lerdeki açık ve utanmaz destek, bu "kara sevda", dinciliğin üzerine örtemeyeceği kadar fazla patlayıcı madde içeriyor. İçeride çatışma kaçınılmazdır. Dışarıda da cepheleşme kaçınılmazdır. Bu, bir iç savaş ve hatta dış savaş ortamı değil midir? Her tarafımızdan yanarken, herhalde öyledir.

12 Haziran’ın hemen ertesinde Merdan Yanardağ’ın televizyonlarda ve bu arada da 5. Boyut programında verdiği analiz, ki galiba soL’da da bunu konu edecektir, çok ilginç bir noktaya dikkat çekti. 12 Mart’ın sol kemalizmi tasfiye ettiğini hatırlattı. Son dönemde de sağ kemalizmin tasfiye edildiğini belirten Yanardağ’ın saptamalarından el alarak, biz de yineleyebiliriz: Eğer 12 Eylül’ü, Ergenekon denilen -sadece ahmaklar, hainler ve dönekler için bir zoka olarak tanımlanabilecek- "solu bire kadar kırma harekatına" bağlarsak, bu 30 yıllık sürecin de artık gereksizleşen, ayak bağı olan sağ kemalizmi tamamen tasfiye ettiğini söyleyebiliriz. Yanardağ haklıdır. Kemalizmin toplumsal bir etkisi kalmadığı kanıtlanmış oldu. Herhalde Çetin Doğan ve benzerleri de sandıktaki "başarılarıyla" nerede bulunduklarını anlamıştır. Nötralizasyon işlemi tamamlanmış görünüyor. Ama etkilerini kontrol altında tutmak için, dinci faşizan rejim, hukuku falan ayaklar altına alarak insanlara eziyet çektirmeyi, yeni seanslarla elbette sürdürecektir.

Yanardağ, analizlerinde, toplumda yerleştirilen "irrasyonaliteye" dikkat çekti. Laikliğin tasfiyesiyle, dinci bir iktidar üzerinden toplumun bir sürü gibi güdülmesinin kolaylaştığını kaydetti. Bu gerekliliği, devrimci Türkiye aydınının, bu gazete dahil, birçok çevrede bu kapsamda tartıştığına tanık oluyoruz. Son derece verimli bir tartışma olduğunu belirtelim. Döneklerimiz, hainlerimiz ve ahmaklarımız elbette bunu anlayacak değildir. Bir akıl dışı sistematiğin inşa edilmesine tanık oluyorsak eğer, Nazi Almanyası ile kurulan analojilere de hak vermek zorundayız. İndirgemecilikten değil, ana hatlarıyla süren bir devamlılıktan söz ediyoruz.

Gerçekten de, eğer dincilik, ırkçılık veya milliyetçilik bir irrasyonellik, bir akıldışılık ise, Türkiye’nin yeni baskı döneminin ırk veya milliyetçilik destekli Türkçülük üzerinde değil, ılımlı bir sünni islamcılık, yani açık Amerikancı ve AB’ci bir dincilik üzerinde yükseleceğini öngörebiliriz. Bu içeride Türk ve Kürt etnisitelerinin boğazlaşması için koşulları hazırlamak demektir. Bu, ayrıca veya ilaveten, alevi inancıyla sünniliği de bir cephede karşı karşıya getirmektir. Bu neredeyse tüm etnik, dinsel ve kültürel yapıları karşı karşıya konuşlandırmak demektir. Türkiye paramparça olacaktır. Kapitalist Türkiye’nin yaşaması mümkün değildir. Demek ki istikrar isteyen, bunun için her türlü onursuzluğun altına imza atmaya hazır "Türk" toplumu, harıl harıl savaş ekmektedir.

Olur. Ama Türk gericiliğinin, bizim devrimci solumuzda yapılan bazı tartışmaları anladığını da düşünebiliriz. "Türkiye büyümezse küçülür" sloganı çerçevesinde, Türkiye’yi Kürtlük gibi bir müttefik üzerinden büyütme hesapları yapan ılımlı islamcılar, Erdoğan-Gül operasyonu, bölgesel bir yangının da kundakçılığına oynamış olmuyor mu? Ama bir şeyi öğrendiler. Türkiye büyümezse bitecek madem, o zaman Kürt kartı üzerinden "Türklüğü" canavarlaştırma pahasına bir emperyalist büyüme hesabı gündemde olabilir.

Olur mu?

Olmaz. Bu hesaplar var, ama Kürt dünyası artık orada değil. Türk dünyası da...

Türk halkının çirkin duyarsızlığı ne denli yaralayıcı olursa olsun, bir cehennemin içine itildiğimiz kesindir. Soldaki bazı dostlarımızı uyarmış olalım: Türklüğü abartarak bu ülkeyi kurtaramazsınız, artık kimseyi "bizim Kürdümüz" falan diye burada tutamazsınız. Bu, açık bir hakaret ifadesi halini almıştır. Türkiye’nin parçalanmasını böyle bir Türklük-Türkçülük vurgusu üzerinden sadece hızlandırırsınız. Dolayısıyla biten sağ kemalizmi ikna etme operasyonlarının açık bir tehlike olduğuna dikkat çekmek zorundayız.

Bizim gözümüz, kendimizi de bir parçası saydığımız Türk ve Kürt ilericiliğinde olmalıdır. Bu, kendi başına çok da önemli değil tabii. Önemli olan, şu: Eğer yeni düzen, dincilik, üstelik dar sınırlar içinde –sünni- bir islamcılık üzerinde, yani revize edilmiş bir irrasyonalite üzerinde yükselecekse, savaş kaçınılmazdır. O savaştan ya sosyalizm çıkar ya da bugünkü Yugoslavya, Irak veya Libya.. Halka bunu anlatmamız gerekiyor. Sosyalizmsiz artık nefes bile alamayacaklarını bilmeliler.

Yeni iktidar, Türkiye’ye, hem içine hem dışına, savaş ekiyor.

AkP’nin sadaka politikasının bir benzerini, ırkçı bir versiyonla Hitler yapmıştı. 68’li ve her 68’li gibi neoliberal bir şımarık Götz Aly, 2005’te çıkardığı ve Almanya’da çok tartışılan kitabında, "Hitlers Volksstaat. Raub, Rassenkrieg und nationaler Sozialismus" (Hitler’in Halk Devleti. Yağma, Irklar Savaşı ve Ulusal Sosyalizm), Alman halkının sosyal güvenlik mekanizmaları nedeniyle bu ırkçı iktidara destek verdiğini anlatmıştı. Bizdeki liberal solcuların "babası" sayılabilecek bu terbiyesiz fakat çalışkan sosyalizm düşmanının çıkardığı bir sonuç, "eşeğe arpasını fazla vermeye gelmez" diye özetlenebilecek, halkın sosyal güvenlik ağı üzerinden temel ihtiyaçlarını karşılama çabalarını aşağılama şeklindeydi. Hazret, Alman Demokratik Cumhuriyeti’ni de işe karıştırarak, halkların böyle böyle devletin rüşvetini alarak her suça ortak edilebileceğini falan da söyledi. Biz, Türkiye’deki dinci sadaka siyasetini, ırk değil de din gibi bir irrasyonellik üzerinden bir baskı rejimini yerleştirmek için dağıtılan rüşvet diye görebiliriz. 80 yıl kadar sonra, elbette yeni koşullarda, Nazi Almanyası’nın "güncel" bir versiyonu, hem içeride hem de dışarıda savaş tohumlarının serpilmesi anlamına geliyor. O zaman Türk halkının Alman halkından pek de farklı olmadığını hatırlayarak fazla hayıflanmamayı başarabiliriz. Erdoğan-Gül baskı rejiminin nazizmi hatırlatan bir irrasyonalite ile savaş ekmeye mecbur olduğunu bir kez daha vurgulamış olalım. Bu tesbitin solumuzun çeşitli çevrelerinde tartışmaya girmesi, gerçekten sevindiricidir.

Yakın ve orta vadede büyük çatışmalar ve savaşlar bu topraklara damgasını vuracaktır.

O zaman, çok farklı bir sahnede, 80 yıl önceki bir felaketin yeni bir versiyonuyla karşı karşıya kalacağımızı düşünenler haksız değildir. Irk, milliyetçilik bir irrasyonalitedir, ama islamcılık ve çağdaş bir din olarak demokrasi de nazilerin irrasyonel bir toplumsal yapı kurma güdüsünü bugünün koşullarında sırtlanabilir.

12 Haziran’a dönebiliriz: Evet, boyun eğmeyen sayımız daha fazla olsaydı iyi olurdu. Olmadı. Alacağımız olsun. Demek bu halk ve "aydın adaylarımız" sandığımızdan daha ağır yaralıymış. Kürt halkı elbette tebrik edilmelidir. Baş eğmeyen bir halk olduğunu kanıtladı. Bu arada yeni Ufuk Urasların kapasitesi de ortaya çıkar yakında. Onların daha baştan bir önemi yok.

İşimizin sandığımızdan zor olacağını biliyoruz.

Şimdi görev, bir araya gelmek, bir bilanço çıkarmak ve sol bir iktidar cephesinin nasıl örülebileceğini göstermektir. İttifak için en uygun zamandayız. Faşizm, bir halk cephesini gerekli kılar.

Altan Tan’ı sırtlarında parlamentoya taşıyanların, Şerafettin Elçi’yle ortak ulusal bir dava yüklenenlerin, Türkiye soluna, bazı "sorunlu" insanlar veya çevrelerle neden görüştüğünü sorma, "ulusalcılık" suçlamasında bulunma hakları ortadan kalkmıştır. Herhalde öyledir.

Açık faşizan bir rejimin içinde, kavganın yeni boyutlarını öğreneceğimiz anlaşılıyor. Ahmet Çınar dün yazdı: "Bu toprakların tarihinin derinliklerindeki jakoben damarı yakalayıp kalınlaştırmak, tek çıkış yolu gibi görünüyor." Tamamen haklıdır. Selim Yalçıner’in bu hafta dikkat çektiği "hakikat rejimini yıkma mücadelesi" de kuşkusuz bu damara yönelik bir mücadeledir. Fakat bu noktada artık yeni adımlar atmamız, yeni ortaklıklara cüret etmemiz gerekiyor.

Böyle bir ateş hattında boyun eğmediğini ilan eden Türk ve Kürt her yaştan genç devrimcilere tekrar selam olsun!