‘Dijital Zaman’ Devrimcileri?

Baktığımız açıyı abartarak, yani muhtemel sakıncaların altını önceden çizmiş sayılarak, söyleyebiliriz: Başka etkenler elbette vardı, ama asıl bilgisayar sistemlerindeki sıçramalı gelişmelerdir, hem de daha yolun başında sayıldıkları bir dönemde, 1989, reel sosyalizmi gömüveren. "Dijital hoppalık" epeydir reel kapitalizmdeki rejim değişiklikleri için de hizmete sürülüyor. Peki.

Kızmaca yok.

Oyun, böyle.

Şanlı döneğimiz Kautsky'nin toprağı bol olsun tam 100 yıl önce yayımladığı ve Lenin'in de en devrimci yapıtı saydığı kitabının başlığıydı: "İktidar yolu", hep böyledir.

Demek ki, sınıflı toplumların tarihiyle yaşıt bu oyunda yeni kural ve araçlara egemen olamayanların, yıkıcı senaryoları açığa çıkarma, egemenlerin maskesini indirme şansı bulunmuyor. Gerçi bilişim teknolojilerindeki sıçramalı gelişmeler, "dijital devrim", şimdiye dek hep reel kapitalizme büyük hizmetlerde bulundu, ama sosyalistleri de uyarmak zorunda kaldı.

Matbaanın bulunuşundan beri böyle değil miydi? Öyledir.

Neyse... Bu sektöre, bilişime, daha doğrusu kitle haberleşmesine yapılan yatırımların, kârlılığın yanı sıra, kapitalizan, daha doğrusu bireyciliği, kolektiviteden kaçışı derinleştiren ve yayan bir yüzü de var. Ama, kapitalizmi yıkacak olanların, bu oyuncakların huylarını iyi öğrenip oyun bozmaları da yavaş yavaş "mümkünün sınırlarına" giriyor. Matbaanın keşfine bakarak yineleyebiliriz: Bu, hep böyle oldu.

En son İran'da yaşanan ve başlarda pek bir abartılan "SMS" ve "Twitter" cilveleri de bununla bağlantılı sayılabilir.

Elbette komşuda pişer bize de düşer.

Mutlaka düşecek.

Aslında uzun bir zamandır bizde pişiyor ve komşulara da düşüyor.

Sorun şu aslında: Milyonların laiklik diye sokağa çıkıp sonra apar topar eve girdiği geçen iki yılda, art arda, bu ülkede AKP zaferleri yaşanmadı mı? Sokak, acaba kendi başına bu kadar mı önemli? Yeni dijital olanaklar, 300-500 kişiyle ve bilişim teknolojisinin desteğiyle Türkiye veya benzeri ülkelerde de rejimleri değiştirmeyi kolaylaştırmayacak mıdır?

Tek başına olmuyor.

Bunun için, topluma nedense "aydın" olarak sunulacak insanlar gerekiyor. Bunlar üzerinden, tıpkı "photoshop" ile milyonluk kitleye dönüştürülen birkaç bin kişilik sokak gösterileri gibi, her toplaşmayı topluma "dipten gelen dalga" diye sunmak mümkün. Ancak solculuk yanılsaması yaratmak şart. Karşıdevrim veya gericilik içinde yeni gericilikler örgütlemek için mutlaka "solculuk" gerekiyor. Çağımızın bir özelliği bu. 1989 ilk büyük ve küresel başarı sayılabilir. Artık her kir, her ahlaksızlık, her satılık zihniyet, sermayeye her uşaklık, bir biçimde solla ilişkilendiriliyor ve topluma kitlesel solcu olarak sunuluyor. Yeterince deforme edilmiş bir solculuk bu tabii.

Oldu.

Neredeyiz?

Yeni ortaçağdayız: Azınlıkları, kolayca yemlenebilecek grupları, teknolojinin yardımıyla, topluma "demokrasi için harekete geçmiş yığınlar" başlığı altında yutturmak kolay.

İran'daki Musavi ile biraz da bu denendi. Sınırları olduğu görüldü.

İyi de o sınırları, dinci bir iktidar sürerken sokaklara dökülen "milyonlarca Atatürkçü" ve yarattıkları etki dahil, biz Türkiye'de -görece tersinden- bizzat yaşamadık mı?

Demek ki, medyanın etkisi sınırlı.

Sokağa dökülen, az veya çok, göstericilerin etkisi de sınırlı.

Neden?

Çünkü bu iktidar denkleminde çok sayıda bilinmeyen var. Öyle bir koyup hepsini almak, yani her soruyu kolayca yanıtlamak mümkün olmuyor.

Ama İran'da şu oldu: ABD'nin bile bazı "araştırma kurumları" eliyle, seçimlerden önceki kamuoyu araştırmalarından Ahmedinejad'ın yeniden seçileceğini bildiği çok söylendi. Ciddi açıklamalar bunlar. Başka şeyler oluyor. İktidar denkleminde hep yeni yeni bilinmeyenler ortaya atılıyor.

Bağlamak istediğimiz bir husus var, oraya yaklaşıyoruz: İlginç Fransız yazar ve gazeteci, şu sıralarda galiba Venezuela ve Rusya üzerinden kaçıp geldiği Lübnan'da çalışmalarını sürdüren Thierry Meyssan, yine İran vesilesiyle yazdı. Onun vurgusuyla ve şöyle: İran'da Musaddık'ın devrildiği 1953 tarihli "Operation Ajax"ın önünü çeken üç isim vardı. Bir: Donald Wilber, bir arkeolog. İki: Kermit Roosevelt, tarihçi. Aynı zamanda da eski ABD başkanlarından Theodore Roosevelt'in torunu. Üç: General Norman Schwarzkopf. Hani şu 1991'deki Irak harekatını ("Operation Desert Storm") yöneten aynı adlı generalin babası.

Yarım asır kadar önce rejimler böyle arkeologların, tarihçilerin yardımıyla değiştiriliyormuş demek ki. Asker var tabii işin içinde. Şimdi de yine bol bol arkeologların, tarihçilerin emperyalist merkezler için "risk ve görev alması", bir geleneğin sürdürülmesi anlamına geliyor. Ama askerden çok, artık böyle eylemler için "solcu aydın" kullanılıyor. Ona ihtiyaç var.

Dijital çağda durum, nitelik değil, ama nicelik değiştirmişe benziyor.

Bu yıkıcıların kitlelere kurucu birer solcu olarak yutturulması gerekmektedir. Musavi'de veya Ahmedinejad'da solculuk keşfetmek şarttır. Musavi'nin sol liberallerin gülü olduğu bir dönemde, bu işten yanık kokusu alanların Ahmedinejad'da solculuk keşfetmesi çok kolaydır. Oysa, hiç gerekmiyor. Emperyalist sermayenin tekerine kimin çomak soktuğunu saptamak yeterli aslında. Fakat özellikle liberal solun bu tür emperyalist müdahalelerin öncü müfrezesini oluşturduğunu biz Ekim Devrimi yıllarından beri iyi biliyoruz. Bir ara unutmuştuk. 1989'da kafamıza dank ettiğinde her şey için çok geçti. Oyunun sırf bu ikilem nedeniyle bozulamayacağını da öğrendik.

Tekrar başa yeni ortaçağı vurgulamıştık hani, oraya: Eski ortaçağ ile yeni ortaçağ arasındaki farkı vurgulayarak bitirmeye çalışalım. Nazizm-faşizm tipi önlemler ile çağdaş gericiliğin, yeni faşizmin, isteyen demokrasi olarak da anlayabilir, gerçekten de bilgiyle bir bağlantısı var. Klasik faşizm veya neofaşizmler, eski ortaçağın, özellikle de kilisenin bilgi politikalarından hareket ediyorlardı bilginin nadir ve bu nedenle de bir silah olduğunu biliyor, onu saklamaya, yaban ellere geçmesini engellemeye çalışıyorlardı. Yasaklar siyaseti bununla ilgilidir. Yeni ortaçağda, çağdaş faşizmlerde ise durum bilgisayar sistemleri sayesinde değişti. Bilgi bombardımanının, bilginin saklanmasından çok daha etkili olduğu ve kitleleri sürüleştirdiğini fark etti sermaye. Hem kârlı bir sektördü, hem de istenen beyinsizlikte bir kitle imal ediyordu. "1984" yine gündemdedir, ama görünürde korkunç bir bilgi yığması gerçekleştirerek...

Klasik faşizmin bilgi politikası, saklama eylemine dayanıyordu. Çağdaş faşizmler ise bilgi barajlarının, istisnalar bir yana, insanların üzerine denetimsiz açılmasıyla kuruluyor. Sermayenin yönetim biçimi böyle. İnsanı ışıksız bırakarak kör edebilirsiniz. Tamam. Ama aynı insanı ışığa boğarak, örneğin güneşe çıplak gözle baktırarak da kör edebilirsiniz. Işıksa ışık işte. Denetimsiz bilgi, filtrelenmemiş, daha doğrusu sorumlu ve eşitlikçi-özgürlükçü aydın aklının kolektif filtresinden, onun doğrulanabilir soyutlama müdahalesinden geçmemiş bilgi, yığınlar için ölümdür, körlüktür ve sağırlıktır.

Bilgisayar sistemlerindeki sıçrama, ikinci tür körlüğü gündeme getirdi. "Aydın" adına -kendisine değil- bu nedenle gerek var. Denetimsizliği gizlemek için bir güven duvarı yaratmak gerekiyor.

Dijitial devrim ve devrimciler bu çirkin tablonun düşkünleridir.

Direniş kolektif olacaktır ve bunun için partiye her zamankinden daha çok ihtiyaç var. Lenin Okulu'nu bir soyutlama olarak yeniden üretebilenler için bu son cümle gereksizdir gerçi, ama olsun...

Somut ve maddi eşitlik, özgürlüğü ve insanı barbarlıktan kurtaracak tek silahtır artık.

Sermayenin de korktuğu yegane sürpriz.

Şimdi gelişmelere bu noktadan geriye doğru bakabiliriz.

Farklı şeyler göreceğimiz kesindir.