Demokratik Ortaçağ Dedik...

Eğer demokraside yaşıyorsak, ki öyle, bu despotik rejimin her şeyiyle bir ortaçağ kurumu olduğunu açıkça söylememiz gerekir. En azından dürüstlük bunu gerektirir. Demokrasi, yeni ortaçağımızın kutsal dinidir. Küresel bir karakteri var.

Sermaye bu işi çok sevdi. Sermaye bu işi neden sevmesin?

Sonuçta, demokrasi, yukarıdakilerle aşağıdakileri benzer ölçüler içinde etkilemektedir. Yukarıdakilerle aşağıdakiler, zenginlerle yoksullar, demokratik ortaçağımızda, çağdaş kapitalizm de diyebiliriz, birbirlerine benziyorlar. Elbette birbirlerine indirgenemiyorlar, ama birbirleriyle hiç öyle taban tabana zıt kimliklere sahip değiller.

Sermaye bu işi niye sevmesin?

Görüyoruz, bizdeki tüccar imamların hakkını yemeyelim: Ortaçağ, yeni ortaçağımız, siyaset sahnesini her ülkede etnik ve dinsel sınırlarla tanımlamaktadır. Modern burjuvazi, insanlık tarihi içinde pek de uzun sayılmayacak iktidar pratiğinde, öyle bir noktaya gelip dayandı ki, her şeyi etnik, hata kabile-sülale-aşiret bağlantılarıyla ve dinsel aidiyetlerle açıklayabilmektedir. Neoliberal çılgınlık böyle... Bunun başlı başına bir cüret olduğunu kimse söyleyemez. Ama toplumsal sorunların çözümünde etnik, dinsel ve bunların üzerinde yükselen kültürel özelliklerden çare umanların ağırlığı, aydınlanmanın önündeki duvarı da tanımlamakta veya en azından hatırlatmakta değil midir?

Öyledir. Her yerde öyledir.

Nicolas Sarkozy ile Angela Merkel ve bunların Avrupalı yandaşlarıyla Türkiye, Suriye, Mısır, hatta eski sosyalist ülkelerdeki siyaset sınıflarının birbirlerinden ne farkı var? Yok. Demek ki birbirlerinden öğreniyor ve birbirlerine öğretiyorlar. Önemli olan toplumların acil sorunlarında artık aydınlanmanın sosyalizm sayesinde taşıdığı özgürleştirici rüzgarlar değil, kültürel, kabilesel, dinsel vs bağlar dikkate alınmaktadır. Bunlar belirleyici olmuştur. Çözüm için de bunlara yüz çevrilmektedir.

Hollanda, İsveç, Belçika ve "Fransalmanya", Türkiye'deki gelişmelerin izdüşümü olarak anlaşılabilir. Hollanda'da Geert Wilders, hani şu Kuran'ın yasaklanması çağrısında bulunan, İsrail'in büyük dostu ve kendisini sadece islam düşmanlığıyla tanımlamaya çalışan politikacı, Avrupa'nın tipik bir göstergesidir. Angela Merkel varsa, Tayyip Erdoğan da olur... Sarkozy ile Abdullah Gül herhalde akrabadır. Bunlar birbirlerini tamamlarlar.

Söylemek kolay. Her şey o kadar açık ki, böyle şeyleri söyleyince onay bulmak çok kolay. Ya sonuç?..

Yani nereye çıkacak bu yol?..

Avrupa demokrasileriyle Türkiye demokrasisinin sağı bu kadar benziyor da, muhalifleri ve solları birbirinden çok mu ayrı? Onlar etnik ve dinsel aidiyetlerin dışında düşünmeyi mi başarıyorlar? Bazıları arada bir ağzına sınıf sözcüğünü alıyor olabilir, hatta inanarak da söyleyebilirler, ama arayışları son tahlilde küresel burjuvazinin şu veya bu ajanının çizdiği çember içinde kalmaktadır.

Bize bakalım: Türklerin, hele kendisini kemalist sanan-sayan Türkçülerin, kendisini solcu sanan Kürtlerden ne farkı var? Bunlar, tüm sorunların kaynağında etnik ve dinsel kategorileri görmüyorlar mı? Bunlar tüm sorunların çözümünde önceliği Türkçü veya Kürtçü zihniyetlere vererek kendilerini tanımlamıyorlar mı? Ya sollar?

Trajedi orada değil, bunun sol üzerindeki gölgesinde.

Bu çıkmazı, eski solun "Sorun sınıfsaldır arkadaşım!" nobranlığıyla aşamayacağımızı biliyoruz. Yeni yaratıcı ara yollar açmak ve insanların aklına eski sloganlardan yardım beklemeden girmek zorundayız. Yoksa yeni ortaçağda, söz, yönetenler kadar yönetilenlerde ve solda da aynı küresel güçlerin çizdiği sınırlar içinde ve egemen sistemden yanadır.

Sarkozy, Merkel, Wilders, Erdoğan-Gül... Bunlar hep aynı bahçenin karanlık gülleridir.

Bunu söylemek pek bir şey ifade etmiyor. Ama, bunu söylemeden de yeni bir yola çıkılamıyor. Demek ki, yeni ortaçağın sağı ve solu birbirine benziyor, birbirini besliyor. Bu sağı ve solu reddetmeden, nefes bile alınamıyor.

İşte Emir Kusturica'nın trajedisi bu reddedemeyişin bir tezahürüdür ve adam, aslında çeşitli boyutlarıyla Türkiye solunun bir resmini vermiştir: Bu kafayla buradan çıkış yok!