"Cinciçleri" Etkisizleştirmek Zor mu?

Felaket, umudu da içerir. Tamam, bir büyük toplumsal kaosun içine itiliyoruz, ama bu kargaşa içinde umut da birikiyor. AkP-AsP koalisyonuyla yerleştirilen islamcı faşizm de zaten bu umut parçalarını ortadan kaldırmak için var.

Ne demek mi istiyoruz?

Şunu: 13 Haziran’da, AkP’nin birinci parti olmasının, CHP’nin tarihsel bir hezimet yaşamasının, yenisi çıkarıldığından eskisinin hükmü kalmamış bir sürü yeni Ufuk Uras’ın yeniden sahne almasının falan hiçbir önemi olmayacak bambaşka ortama gireceğiz. Erdoğanlar, Bahçeliler, Kılıçdaroğlular, yeni Uraslar aynı kalacak da, ortam başka nedenlerle değişecek. Türkiye solunun on yıllardır kaderimize layıkıyla el koyamamış iki ana akımı, nihai rüştlerini ve güçlerini kanıtlamış olarak Türkiye toplumunun karşısına çıkacak. Biri 90 yaşındaki genç TKP’dir. Diğeri de 70’lerin en kitlesel sol hareketine yaslanan ve son dönemde Müftüoğlu-Pekdemir/Forta-İşleyen hattında devrimci kararlılığını gösteren ÖDP. Türkiye solu, iki ana akımla bir bütünlüğe yürüyebileceği işaretlerini, sonucu şimdiden önemsiz o sandıkta verecek. Diğerleri "hiçe munkalip olmuştur".

Sevindirici olan budur.

Sevindirici olan, Türkiye solunun on yıllar sürmüş bir sadeleşmeyi sonunda başarabilecek olmasıdır. Türkiye’de gerçekten de devrimci bir sol var. Sürükleyici, akılcı ve akıllı, dirençli bir sol. Bir de sol gibi görünen bazı "anafor" akımcıklar. Her rüzgarla darmadağın olan küçümen cemaatler... 13 Haziran onların etkisizleştirilmesinin de tarihi olacak. Daha doğrusu, sıfırlanmasının...

Bu satırların yazarını sevindiren yegane gelişme budur.

Yeni Türkiye solunun, ki buna tüm devrimci solumuz dahildir, Aydemir Güler’in "Yolları Birleştirmek" çalışmasından sonra, çok önemli bir konuda hiç "eksikmişiz" duygusuna kapılmaması gerekiyor. O kitap, Güler ile aynı siyasal çizgiyi birebir paylaşmasalar bile, birçok devrimci çevre için mükemmel bir özet ve durum saptamasıdır. Bunun ötesini arayanlara elbette kapılar açıktır, ama "yolları birleştirmeye" karşı çıkanlara geriden dayanak arayanlar için artık solda yer bulmak mümkün değildir.

Fakat bizim gelmek istediğimiz yer, biraz başka.

Bu yılın başında, ocak ayında Berlin’de yapılan Rosa Luxemburg Konferansı’nda ilginç vurgulara tanık olduk. Sadece bizde ve hatta bazı "akıllı taklidi yapan" eski çılgın hocalarımızın kitap ve söyleşilerinde değil, siyonizmin göbeğinde de itirazlar yükseliyordu. Gördük. Kısa süre önce "Antisemit! Ein Vorwurf als Herrschaftsinstrument" (Yahudi Düşmanı! Egemenlik Aracı Olarak Bir Suçlama) başlıklı kitabı yayımlanan İsrailli bilimadamı Moshe Zuckermann, sözlerini, biraz "ferah" bir çeviriyle verirsek, şöyle bitiriyordu:

"Eğer gerçek komünistlerseniz, İsrail’i eleştirebilecek yerde eleştirmekten korkma hakkınız asla olamaz. Alman medyası tarafından Yahudi düşmanı olarak sunulsanız bile. Eğer işiniz Yahudilerleyse, şunu da unutmayın ki, tüm Yahudiler siyonist değildir, tüm siyonistler İsrailli değildir ve her İsrailli de Yahudi değildir."

Peki, bu güzel uyarıdaki göndermeleri, alışılmış yerlerde aramayalım. Emperyalizmin desteklediği yerlerde arayalım.

Ama açık söyleyelim: Türk milliyetçiliği denilen bu faşist ve kanlı terör örgütünün tüm bir ülkeyi, Türkiye’yi nasıl felakete sürüklediğini yaşıyoruz. Türk halkının gerçek düşmanlarının bu milliyetçi-dinci odaklardan kaynaklandığını da biliyoruz.

Dedik ya, bir felaketin eşiğindeyiz. Hatta içindeyiz. O nedenle "yolları birleştirme" çabalarımızın başdüşmanlarının nerelerde yuvalandığını kolayca görüyoruz. İyi.

İyi de ne yapacağız?

Eğer bu ülkedeki "Cinciçlerin" (hani şu, Jürgen Habermas’ın ve Avrupa-Alman sivil toplumcularının yetiştirerek, ülkesi Yugoslavya’nın köküne kibrit suyu ekmeyi "başarttığı", bir mafya hesaplaşmasında da kurşunlanıp tasfiye edilen meşhur "özgürlükçü Sırp") önünü kesmek istiyorsak, bu toprağın iki büyük diliyle programımızı, neler yapacağımızı, açık bir biçimde anlatmak zorundayız. Bu, ancak bir parti kimliğiyle ve disipliniyle olur. Partisiz hiçbir şey olmaz. Aydınlanmanın üzerinde yükselen devrimci bir partisiz hiçbir şey olmayacağını herhalde Kuzey Afrika’da kolayca derlenip toplanan kalkışmalar bir kez daha göstermiştir. Kemal Okuyan başından beri buna dikkat çekti. O kaderi biz bu gelişkin topraklarda yaşamak zorunda değiliz. Onun için 1923’e küfretmek bizim işimiz değil.

İşimiz üzülmek hiç değil. Sonuçta, bu ülkede Uraslardan (veya/yani "Cinciçlerden") kolayca bir ordu kurabilirsiniz eskisi gider yenisi gelir, hatta aslını hiç aratmayan kopyalardan başınızı alamazsınız. Olan, odur. Ama bunlar da büyük parçalanmayı hızlandırmaktan başka bir işe yaramaz. Peki, Türkiye halkı parçalanmaya, kaosa pek mi meraklı? Acaba bir devrimci ortak akıl ("iktidar cephesi") kendisine farklı bir gelecekten söz etmeye başlarsa, gelişmelerin önünde sürüklenmemesi mümkün olamaz mı?

500 bin öfkeli ve bilgili kadınla erkeği bu ülkenin önüne komünist damgasıyla koyabildiğiniz anda, değil sırf bu ülkenin, tüm bölgenin kaderinde bir deprem yaratırsınız. Başarırsak, 13 Haziran’dan itibaren göreceğiz.

Bu yılki 1 Mayıs’ı tek bekleme gerekçemiz, genç arkadaşlarımızın kotardığı ve devrim olduğu günü işleyen film oldu. Sendikacıların 1 Mayıs oyunbazlıklarını, milletvekili olmak için yaptıkları manevraları falan değil, o şaklabanlıkları kırıp parçalayacak sanatsal müdahaleyi bekliyoruz.

Biz, iktidarımızın daha ilk gününde neler yapacağımızı, hangi somut önlemleri alacağımızı bu halkın anlayabileceği bir dille söyleyelim, bakalım görelim tepkisi ne olacak...

Cinciçlerin önünü kesmek zorundayız.

Bu da programatik bir atakla olur. Yani ezber bozmak için falan değil de oynanan oyunu bozmak için müdahale ederek...

Uras-Cinciç ekolü, "ezber bozan" bir emperyalist ilaçtır çünkü, öğrendik.