Babalar Gibi Satıldıktan Sonra

Bir dünya paldır küldür çöküyor. Sessiz sedasız da diyebiliriz Aslına bakılırsa, her şey tersinden 1989'u andırıyor, ama o zamanki büyük dönüşüme bugün tanık olamıyoruz.

Neden?

Başka türlü söyleyelim: Devletin veya daha geniş bir bakışla kamunun toplumsal hayatın her alanından mümkünse tamamen çekilmesi gerektiğini, çünkü "fuzuli olduğunu" ileri süren neoliberal manya, piyasayı her derde tek deva ilaç diye çeyrek yüzyıldır dünya halklarının beynine o kadar kazıdıktan sonra, şimdi, devleti müdahaleye çağırıyor. Hem de finans sektörü denilen en ahlaksız alanda. Devletin küçültülmesi ve "asli" görevlerine -artık nelerse- dönülmesini isteyen ve bu anlamda liberal anlayıştan neoliberal anlayışa geçiş yaptığını düşünenler, "babalar gibi satanlar" yani, çökmüş durumda

"Babalar gibi satma" ideolojisi, tam da doğum yerinde, önce Batı'da çöktü açıkça söylüyorlar. İyi.

Peki, bizde ne olacak?

Emperyalist merkezlerin üzerine çöken bu demokrasi anlayışı, korkunç bir yıkımın eşiğinde olduğumuzu sadece görmekle kalmıyor, bas bas da bağırıyor.

Ama yine de yaklaşık 20 yıl önceki o hiddetli dönüşüm yaşanmıyor.

Niye?

Bu sorulara kolay yanıtlar bulamayız. Ama bir yanıt, yine de şöyle aranabilir: 1989 dönemecinde, sosyalist ülkelerde büyük ölçüde siyasallaştırılmış bulunan toplumsal hayatın, yeniden sermayenin eline verilip tamamen "ekonomikleştirilmesinde", daha doğrusu piyasalaştırılmasında -isteyen "demokratikleştirilmesinde" diye de okuyabilir- yatan özellikler, bugünkü dönüşümde bulunmuyor.

Neoliberal ideologlar pek memnun olmasa da, bugün büyük ölçüde ekonomikleştirilmiş -piyasalaştırılmış, demokratikleştirilmiş- toplumsal yaşamın, siyasallaştırılması gerektiğine tanık oluyoruz.

Neoliberal karşıdevrimden sıyrılıyoruz, Bush ABD'sinde bile, elbette ciddiye almayız ama, "sosyalist devrim" gibi görülen bir regülasyon sürecine geçiliyor. Ortada emekçiler lehine büyük olanaklar göremiyoruz. Şimdilik.

Sınırsız piyasa özgürlüğünden veya sermayenin mutlak egemenliğinden çıkılıp daha kısıtlı bir sistematiğe, siyaset alanının genişletilmesine geçiliyor. İstense de istenmese de siyasallaşma yayılıyor. Toplumsal yaşamın her alanına sızmış piyasalaştırma ve rekabet ideolojisi, devletsizlik eğilimi, buralardan çıkmak zorunda kalıyor. Regülasyon, düzenleme, sermaye düzeninin nihai çıkarlarına hizmet için yeniden göreve çağrılıyor. Devlet büyütülüyor.

"Kimin devleti?", doğru bir sorudur.

Ama biz, bir başka noktaya geçiyoruz: 1989, sosyalist ülkelere bakarak yeniden tanımlarsak, siyasetten kurtulmayı içeren bir karşıdevrimdi. Toplumsal yaşamın, her alanda kâr düzenine, rekabete veya meta üretimine tabi olmasını sağladı. Siyasetten, köklü bir düzenleyicilikten -regülasyondan- ekonomiye geçiş olarak da tanımlayabiliriz. Piyasalaştırma ya da...

Şimdi tersine dönüyoruz.

Ama toplumsal bir altüst oluş yaşamıyoruz.

Ekonomiye dönüş, bir -karşı- devrimle olmuştu.

Şimdi siyasete dönüş ağrıları, kamunun yayılmasına yönelik bu çağrılar, hiç öyle bir devrimle baş başa yürümüyor.

Demek, kendi başına bu kadar.

Yine de 1989 ile tersinden de olsa ilişkilendirebileceğimiz bir dönüşüm içindeyiz. Bir dönüm noktasındayız. "Kâr" düzeni kendini sürdüremez hale geldiğini açıkça itiraf ediyor ve vergi yükümlüsü geniş halk yığınlarını kısmen devletleştirdiği banka sistemi üzerinden, bir kez daha mülksüzleştiriyor. Göz göre göre... Ama devrimle yeni bir düzene geçemiyoruz.

Başka her şey, emekçi sınıfların ayrıntılı analizi, tarihsel sürecin yükleri vs bir yana, burada bizim dikkat çekebileceğimiz bir nokta, aydın kavramı ve aydının bulunduğu yer ile üstlendiği rol arasındaki kesişmedir.

İleride başka vesilelerle daha ayrıntılı bir biçimde tartışmak amacıyla, şimdilik şunu söyleyebiliriz: Ekonomikleştirilmiş yaşama geçiş, teknokratların egemenliğinde oldu. Bir "teknokratsia" başarısıdır. Aydının, "inteligentsia"nın yenilgisiyle sağlanmıştır.

Ne demek istiyoruz?

Özetle, şunu: Bilgi üreten ve taşıyan herkese aydın diyemeyiz. Ekim Devrimi ve etki alanına bakarak, en azından 90 yılı aşkın bir süredir aydını teknokrattan farklı bir biçimde tanımlamak zorundayız. Teknokrat, bilgi üreten ve taşıyan, ama bu "yeteneğini" kâr ve sermaye düzeninin bekası için ücret karşılığı hizmete veren insandır.

Aydın ise, bilgi üreten ve taşıyan, ama bu yeteneğini kâr veya sermaye düzeninin yerini sosyalist bir topluma bırakması için kullanan, yani bilgiyi -üretir ve taşırken- özel mülkiyet sistemine karşı bir araç veya silah olarak uygulamaya sokan insandır.

1989, başka alanlar bir yana, fikir alanında "teknokratsia"nın "inteligentsia"yı gereksizleştirmeyi başarmasıyla gerçekleştirilebildi.

Şimdi bu büyük kaostan emekçi sınıflar ve sosyalizm ha deyince çıkmıyorsa eğer, bunun, başka birçok şeyle birlikte, herhalde "aydın"ın 20 yıllık yenilgisini de içeren bazı fantom acılarıyla bir bağlantısı olmalıdır.

Neoliberal yapı yıkılıyor.

Biz henüz doğrulmuş değiliz.

Bu sahne tek bir ışıkla aydınlatılıp irdelenemez. Projektörlerimizden en güçlüsünü, bu aşamada, özellikle aydın malzememiz üzerine tutmak zorundayız. Yani 1989'un gölgesi tersine dönerken, yaşadığımız şu boşluğa bir anlam bulmak zorundayız.

Batı'da ve bizde, bu cahil imam sürüsü, nasıl bu kadar rahat hareket edebiliyor? Toplumlar yeterince dinselleştirildiği, dinlerin en tehlikelisi demokrasi uyuşturucu rolünü layıkıyla yerine getirebildiği, kitleleri pasifize edebildiği için mi? Ahir zaman dini demokrasi, serbest pazar ekonomisinin -piyasa ideolojisinin- sakın ta kendisi olmasın? Bundan halkın yönetime katılımı çıkar mı?

Bu sorulara yanıtlar bulmak zorundayız.

Bunu da müttefik aramaktan kaçmadan, ama işçi sınıfının bağımsız ve devrimci çizgisini de koruyarak yapabiliriz. Devrimci Doğanımız -Avcıoğlu- ve dostumuz Chavez'ler nezdindeki sevimsizliğmiz, belki biraz da buradan kaynaklanıyor.

Neyse...

Tanım arayışlarımızın ucuz, neoliberal demokrasi şaklabanlıklarına, sivil toplum rezilliğine dönüşmemesinin garantilerinden birinin, bağımsız sınıf hareketi ve partisi olmanın öneminden geçtiğini hatırlatan arkadaşlarımız haklıdır.

Şimdilik burada duralım.