‘Arka Bahçe’ ve Seçim

Aslında hiç önemi yok, ama yine de, Türkiye pazar günü bir şaşkınlığı yaşayacak. Sadece emekçi halkı daima sürü olarak görenler değil, emekçi halkı her hal ve şartta korunması gereken bir değer, eninde sonunda, bütün güzelliklerin anası sayanlar da... Bizler de yani... Şaşıracağız.

Muhtemelen yüksek yoğunluklu bir iç savaş ortamına atılacağız.

Ama şaşırmayanlar da olacak. Örneğin, sermayenin ve her türden yüksek bürokrasinin şaşırması gerekmiyor. Bunlar, işleri bir biçimde yoluna koyup, "olanlar, zaten olması gerekenlerdir" şiarıyla yollarına devam edenlerdir. "Büyük koalisyon" demiştik: Tüccar imamlarla büyük bürokrasinin ittifakı...

Türkiye'yi bitirecek olanların ittifakı.

AkP'nin yükselişinde, görece daha yumuşak ve alışılmış ırkçılığın dışında bir tür "demokratik nazizm" görenlerin çok da haksız olmadığı yakında tüm ihtişamıyla kendisini kanıtlayacaktır.

Sonuçta, bunlar birer iddia. Ama biz iddialarımızın genelde hayat tarafından doğrulandığını görmekle de "malulüz". İstemediğimiz gelişmeleri önceden görüyor ve bazen engel olamıyoruz.

Doğrusu, "nazi light" bir rejimi, yani sermayenin yeni diktatörlüğünü ("küresel demokrasi") imleyen AkP'nin, AsP destekli bu rejim başarısı, herhangi bir umut ışığı barındırmıyor.

Peki, buradan bir "arka bahçe kaderi" çıkarabilir miyiz?

Çıkarabiliriz

İyi de, Türkiye'nin kimin arka bahçesinde olduğunu biliyor muyuz?

ABD'ye epey uzağız, Irak'ın işgalinden beri kısmen yakınlaştık gerçi, ama yine de coğrafi ve ekonomik olarak görece uzağız. Siyaseten ise kucağında olduğumuz açık. Yine de, krizdeki bir ABD'nin borusu buralarda eskisi gibi ötmeyebilir biliyoruz. Ama bir arka bahçeyiz sonuçta.

Kimin arka bahçesi bu?

Türkiye, aslında 12 Eylül 1980'de Almanya'nın arka bahçesinde olduğunu hem kendisine hem de dünya sistemine kanıtlamış oldu. Faşist 12 Eylül rejiminin sosyal demokrat ağırlıklı Alman hükümetinin ("Helmut Schmidt") desteğindeki bir iç senaryo olduğunu söylemiştik.

Tuhaf değil mi? Meksika'nın ünlü diktatörlerinden Porfirio Diaz, geçen yüzyılın başlarında, 1909'da, "Zavallı Meksika! Tanrı'ya bu kadar uzak ve Birleşik Devletler'e bu kadar yakın!" diye sızlanmıştı. Bizim durumumuz farklıydı. ABD, Türkiye'ye çok uzaktı. Hele aydınlanma renkleri taşıyan kuruluşta, 1923, Ekim Devrimi'nin rüzgarını arkasına almış Türkiye Cumhuriyeti, Allah'a da ABD'ye de yakın değildi. Sonra önce ABD yakına getirildi, Allah'ın da kamusal alana el koyması gerekiyordu: Zaten bunlardan biri olmazsa diğeri de olmuyor epeydir. Yapıldı. Sürükleye sürükleye, zorla getirdiler. Türkiye burjuvazisinin halk korkusu, düşmanlığı, bu sonucu doğurdu kemalist kadrolar da hızla sermaye uşağı halk düşmanlarına dönüştürüldü. O nedenle 12 Eylül zor olmadı.

Ama bunun için yine de bir dolayım gerekiyordu.

İşte Türkiye'nin nihai dönüşümünü hızlandıran bu "dolayım", Almanya ve Alman sermayesidir: 20'inci yüzyılın son çeyreğinden söz ediyoruz.

Bugün eğer "Zavallı Türkiye, Tanrı'ya ve ABD'ye bu kadar yakın" diye sızlanacaklar varsa, haklıdırlar, ama bunu ABD'den çok onun Türkiye sorumlusu Almanya'ya borçludurlar. Bu "kahya", Bonn Cumhuriyeti iken, işleri bir biçimde sürdürdü. 1989 kapitalist restorasyonu ve Büyük Almanya'nın kurulmasıyla birlikte ("Berlin Cumhuriyeti"), çırak, kendi dükkanını açmakta kararlı olduğunu ilan etti: Türkiye artık öncelikle Almanya'nın sorumluluğundadır ve bu konuda Washington ile Berlin arasında bir büyük çekişme henüz ortaya çıkmış değildir.

Çıkarların koordinasyonu her zaman bir sorun, ama şimdilik ortada büyük bir sürtüşme yok. Peki...

Peki, ne var?

Neden böyle paralellikler kurguluyoruz?

Başka zaman ve yerlerde yeniden dönmek üzere, bazı noktaları tartışmaya açabiliriz: İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye'nin bugünlere gelmesinde en önemli ve yakın dış etken, Federal Almanya'dır. Antikomünizmin en saldırgan bu iki cephe ülkesi, Federal Almanya ve Türkiye, kadrolar bazında da birbiriyle yoğun bir dayanışma içinde oldu.

Aslında bir devamlılıktı sahnedeki.

Ne demek istediğimizi, biraz öncesine bakarak daha rahat anlatabiliriz.

AkP ile AsP arasındaki koalisyona çok değindik.

Tarihe bakmakta ve 1933 sonrasında, ordunun Hitler'in önünü nasıl açtığını, bu konuda ordu üst yönetiminden nasıl destekler aldığını bugün yeniden okumakta yarar var. Sonuçta 1919 Weimar Cumhuriyeti'nin 90'ıncı, Hitler'in zaten istekli orduyu kanlı provokasyonlarla avuçları içine almasının 75'inci, Nazi Almanyası'nın gemi azıya aldığı 1939'un 70'inci, bütün bunların terbiyeli devamı niteliğindeki savaş makinesi NATO'nun kurulmasının da 60'ıncı yılındayız.

1934 yılında Hitler'in eline oynayan silahlı kuvvetler ("Reichswehr") üst yönetimi, özellikle de Savaş ve Savunma Bakanı Mareşal Werner von Blomberg, o ilişkiler ağında, bizim son dönemimizdeki Hilmi Özkök'ü andırıyor. Daha doğrusu, bugünleri hazırlayan Türk "Werner von Blombergleri"ni, Memduh Tağmaç-Kenan Evren-Hilmi Özkök-Yaşar Büyükanıt çizgisi ve devamcıları olarak okuyabiliriz.

AkP'nin bugün bir felaket olarak sahnede bu kadar rahat hareket edebilmesini AsP'ye ve onun CHP-MHP eğilimli yardakçılarına borçlu değil miyiz? Türkiye, bugün elbette çok başka renkte, çok başka koşullarda, fakat en az Hitler kadar korkunç sonuçlar yaratabilecek bir kadronun eline bakmaktadır.

Zavallı Türkiye! Allah'a, ABD ve Almanya'ya artık ne kadar yakın ve akla ne kadar uzak!

Bu Allah, AkP'nin tanrısıdır ve sermayenin kod adı olarak da okunabilir. Yoksa sıradan namuslu emekçilerin inançlarından söz etmiyoruz. Her biri diğerinden daha tüccar, daha imam ve daha satılık bir dinci kadrolar felaketinden söz ediyoruz. Halkı çökertmiş bulunuyorlar.

Felaketimiz bizimdir ve uzun bir karşıdevrimci mücadelenin sonucudur: 12 Eylül öncesinde, galiba Necdet Üruğ, toplumdaki cepheleşmelerin silahlı kuvvetlere de yansıdığını söylemiş, sözde "anlayış" göstermişti. Sonra halkın sola yönelişini kanla boğdular. Aslında Türkiye'yi boğdular. Tarihsel akrabalıkları çok açıktır: Hitler'e orduyu ve bürokrasiyi teslim edenlerin bir temsilcisi olarak Werner von Blomberg de, diğer komutanlar ve yüksek bürokrasiyle birlikte Hitler'in seçim başarılarını bahane olarak göstermişti. Felaketin nerelere açıldığını iyi biliyoruz.

Şimdi elimizdeki bu dilencileştirilmiş, şaşkına çevrilmiş halk kaldı.

Necdet Üruğ ve sonraki paşalar herhalde şimdiki durumdan çok memnundur. Marmaris'teki "görevli"yi saymıyoruz bile.

Batırılan Türkiye, sırf AkP'nin değil, o kadroyu bu noktaya taşıyan üniformalı ve üniformasız bürokrasinin, yani sermayenin bir mağdurudur. Ortak bir suç şebekesinin elindeki yurdumuz korkunç bir batağa giriyor. Bu, Avrupa Almanyası'nın bizzat yarattığı ve ABD ile sürtüşme değil tersine işbirliği içinde çalıştığı bir bataklıktır.

Demokrasinin, AB demokrasisinin ne demek olduğunu halkımız anlamak üzere. Ama çok geç. Yugoslavya gibi, her şey için çok geç...

İktidara talip olacak direniş biçimleri sokaktadır artık.

Pazar gününün ve sandıktan çıkacak sonucun gerçekten de pek bir önemi yok. Hayatımız üzerine zarlar çoktan atılmış, hesabımız da kesilmiş bulunuyor. 30 Mart'tan itibaren Türkiye bu arka bahçe kaderini izler ve düşük yoğunluklu iç savaşlar dönemini kapatarak yüksek yoğunluklu bir iç savaş dönemine giriş yapar. Avrupalılaşır yani. Yugoslavya gibi. Irak gibi. Veriler öyle gösteriyor.

Bu cumhuriyeti bitirmeye yeminli bunlar.

Çağdaş demokrasinin Hitler ve Mussolini versiyonlarından söz ediyoruz.

Fakat Ruslar, en son umudun öldüğüne inanır. Atasözlerine bile girmiş. Çıkmadık canda umut vardır. İyi anlıyoruz.

Türkiye artık Avrupalılaştırılmıştır. İsteyen yiyebilir.

İşleri bozacak tek şey, sol tarihimizde ilk kez ciddi bir devrimci örgütün, TKP, açıkça hem devrim hem de sosyalizm diyerek bu gidişi durdurma kararlığını ilan etmesinden çıkacaktır. Malum, sol tarihimizde devrimden ve sosyalizmden bu kadar iç içe ve birbirinin karşısına koymadan söz edilmezdi. Birinden biri hep tırpanlanırdı. O dönem tarihe karışmış bulunuyor. İlk kez gencecik bir başkan, "Yaşasın Devrim! Yaşasın Sosyalizm!" diye bağırıyor. Bu ikisinin bir ve aynı şey olduğunu hatırlatıyor.

Karanlık çok yoğun, gidiş çok kötü, tek umut genç arkadaşlarımızda: Karanlığı yırtan bir avuç özgürlük gibiler.

Bazen bir avuç gökyüzü bile tüm bir yaşamı sırtlayabilir.

Öyledir ve bu, şu anda, bu soğuk karanlığımızı yırtan tek iyimserlik örtüsüdür.