Restorasyon ve devrim

Türkiye’de tarihin saati restorasyon vaktini gösteriyor. Restorasyon, dinci menfaat şebekelerinin parçaladığı devlet aygıtının küresel güçlerin ve ülke burjuvazisinin ihtiyaçlarına uygun biçimde çalışır vaziyete getirilmesidir. Ancak bu kolay iş değil. Sadece yargı ve polisi hukukun sınırları içinde yeniden örgütlemek bile on yıllar sürebilir. Parçalanmış toplumun bütün kesimlerinin mutabakatını sağlayacak yeni bir anayasal rejimin kurulması ise imkânsız görünüyor.

Başka deyişle, restorasyonu gerçekleştirecek siyasi güçler yok.

Böyle durumlarda insanlar, önceki krizlerde edinilen tecrübelerin yollarını aydınlattığını sanırlar. ABD, on sene önce yaptığı gibi, bu kez AKP’nin içinden bir siyasi parti çıkarıp iktidara getirecektir seçimlerde AKP büyük oy kaybına uğrayacak, yerini bir CHP-MHP koalisyonuna bırakacaktır askerler “yine de şahlanıyor aman kol başının kır atı” diyerek kendi içlerinden fırlayacak bir Bonapart’ın kılıcı altında duruma vaziyet edeceklerdir. Tabii daha uçuk senaryolar da var: gustosu ve söylemiyle kabzımal mafyası formasyonunu açığa vuran Sarıgül’ün ani bir hamleyle iktidara sıçraması ya da Hannibal Lecture’ı andıran Kemal Derviş gibi birinin gelip önce ekonomiyi, sonra siyaseti “düzeltivermesi” ya da enkazın bütün bileşenlerinin, kalabalık salonlarda hayalet gibi belirişine bütün dünyanın kahkahalarla güldüğü “hologram Başbakan”ın etrafında kenetlenerek gerici bir anayasaya ve başkanlık sistemine razı olması iki lafı bir araya getiremeyen Gül ile bir ortaçağ büyücüsü gibi lanetler savuran Gülen’in el ele vererek memleketi kurtarması…

Bunların hiçbiri krize çare olamaz. İlk kez anayasal/sistemik, derin ideolojik ve ağır ekonomik üçlü bir kriz eşzamanlı olarak patlak verdi.

Şahsen beni en çok eğlendiren, solumsu liberal iktisatçıların durumu. Derin bir uykudan uyanmış gibiler. Tv. ekranlarına çıkıp tuhaf şeyler söylüyorlar: imalat sanayi verimsizmiş (üretim yok!) kaynaklar inşaat sektörüne ve gösterişli projelere harcanmış (tasarruf yok!) Güney Kore gibi AR-GE yatırımları yapılmış olsaymış böyle olmazmış (teknoloji yok!) kalifiye insan gücü yokmuş (eğitim şart!) küresel rekabet kabiliyeti olan alanlar seçilip oralara yatırım yapılmamış (planlama yok!) ülke kendisini besleyecek kaynakları tahrip etmiş (tarım ve hayvancılık yok!). Günaydın! Solumsu liberal iktisatçılar birden uyandılar ve gerçeği görüverdiler. Hep bir ağızdan şu acıklı sözü söylüyorlar: “Ekonomi alanında dünyaya anlatacak bir hikâyemiz olmalı.” Ellerinde kalan tek hikâye on yıldır alkış tuttukları “Tayyip’in hikâyesi.” Ama artık onu istemiyorlar, utanıyorlar.

Solcu gibi duran liberallerden biri (Laçiner) AKP’nin seçim zaferini “Toplum artık burjuva demokratik devrimin gerektirdiği kurum ve değerleri sindirmiştir,” diye selamlıyordu (Amerikan Conisi kumpas kurdurup askeri vesayeti kaldırttı ya, onu diyor). Fakat diğeri (Belge) başka bir “devrim” beklentisiyle, “Maazallah, 27 Mayıs gibi askeri bir ihtilal olabilir” mealinde kaygı belirtiyor. Aşırı teorik ve iddialı laf edince karışıklık oluyor tabii…

Bütün bu kavgalar ve tartışmalar aslında toplumsal piramidin en sivri ucunda cereyan ediyor. Piramidin tabanına doğru gidildikçe, yukarısıyla hiçbir bağlantısı olmayan bir toplumsal dram (işsizlik, yoksulluk, iflaslar, tüketim çılgınlığının acı sonu) yaşanıyor ve bir öfke mayalanıyor.

Memleketi kurtaracak yegâne güç, bu öfkenin patlamasıyla açığa çıkacak kurucu güçtür. Bu öfkeyi kimse patlatamaz, kendisi patlar. İşte o zaman restorasyon değil, devrim olur… Potemkin Zırhlısı’nda yemeklerin kurtlu çıkması, Gezi parkından sökülen birkaç ağaç, 1917 Şubat’ındaki gibi bir kadın yürüyüşü, İngilizlerin Babıali’deki telgrafhaneyi basmaları, çok büyük bir isyanı ateşleyebilir.

Peki ya patlamazsa ne olur? O zaman layık olduğumuz rejim neyse onunla yönetiliriz. İç savaşlarda kırılır, coğrafi olarak bölünür, hep birlikte emperyalizmin taşeronu, kapitalizmin kölesi, tarikatların kulu oluruz.