Duvara asılı tüfek

Yavuz Alogan'ın "Duvara asılı tüfek" başlıklı köşe yazısı 27 Kasım 2012 Salı tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

Bugünkü uluslararası sistemi geçmişe doğru izlersek, varacağımız son nokta Vestfalya Barışı’dır (1648). Otuz yıl savaşan devletçikler, bu antlaşmayla, birbirinin iç işlerine karışmayacaklarını taahhüt etmişler devletlerin eşitliği, egemenliği ve kendi kaderlerini belirlemeleri gibi ilkelerde mutabakat sağlamışlardır.

O sırada herkes çok sevinmiştir herhalde. Sıradan insanlar, başka devletlerle kanlı savaşlara girmeden huzur içinde yaşayabileceklerini düşünmüşlerdir. Fakat işte o sırada, devletlerin sınırları içinde kabına sığamayan huzursuz bir canavar sürekli bir gelişim kaydetmektedir: sermaye. Sermaye, sürekli birikebilmek için sınırları aşmak ve yeni pazarlara ulaşmak istemektedir. Devletlerin denetim altına aldıkları coğrafi bölgeler genişledikçe, sermaye birikim süreci hızlanmaktadır. Denetim için ordular ve sürekli gelişen bir silah teknolojisi şarttır.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Milletler Cemiyeti kuruldu (1920). Arkasında kapı gibi Versay Antlaşması vardı. Nihayet barış gelmişti. Yeni bir dünya savaşının çıkabileceğini söyleyenler alay konusu oldular (mesela, W. Churchill). “İki savaş arası” dönemde büyük ilerlemeler kaydedildi: teknoloji, mimarlık, sanat, edebiyat alanında sıçramalar yaşandı, Büyük Buhran yeni iktisat teorilerine yol açtı.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşmiş Milletler kuruldu (1945). Arkasında savaşın galipleri (Üç Büyükler) vardı. Dünya ikiye bölündü. Kırk dört yıl boyunca insanlık Soğuk Savaş’tan sıcak savaşa ansızın geçilmesini bekledi. Fakat Varşova Paktı ile NATO arasındaki “dehşet dengesi”, bölgesel savaş ve katliamları bir yana bırakırsak, kırk dört yıl boyunca barışı sağladı. “İlk vuruş”u yapan kazanacak, fakat vurduğu yerden bir karşılık görürse kazanan olmayacaktı.

Şimdilerde BM’nin, Güvenlik Konseyi ile birlikte işlevini kaybettiği söyleniyor. Doğrudur, kaybetmiştir. Çin ve Rusya’nın vetosunu çeşitli numaralarla bertaraf edebilirlerse, BM ve Konsey tek bir süper gücün dış siyaset aracı olacaktır. Daha kapsamlı bir uluslararası sistemin ise, tarihin gösterdiği gibi, ancak yaklaşan savaştan ya da savaşlar dizisinden sonra oluşması beklenebilir.

Komünist sistemlerin çöküşüyle birlikte kapitalizm dizginlerinden boşalarak bütün küreyi kapladı. Dünyanın hammadde ve enerji kaynaklarının çok ötesinde bir tüketim eğilimi belirdi. Mevcut kaynaklar, her bir Çinlinin bir otomobil edinmesine, az gelişmiş her ülke yurttaşının Amerikalı gibi tüketebilmesine yetmeyecek kadar kıt. Kapitalizmin varlığını sürdürebilmesi için bazı ülkelerin efendi, bazılarının ise köle olması gerekiyor.
Bu sefer petrol ve doğalgaz bölgeleri, bütün hammadde kaynakları ve enerji iletim yolları için savaşıyorlar. Bunu ellerindeki öldürücü silahları, taktik ve stratejik nükleer bombaları, bilinen ve bilinmeyen bütün kitle imha silahlarını kullanmadan, kendi etki alanları içinde kalan ulus devletleri etnik ve dinsel olarak parçalayıp savaştırarak, kendi kaleleri ve filleriyle piyonlarını uzaktan destekleyerek yapmaya çalışıyorlar. Amerikan emperyalizminin dilinde bunun adı “yaratıcı kaos”tur (bk. “Arap Baharı”).

Savaşın şimdiki evresinde en önemli silahın “balistik füze savunma kalkanı” olduğu anlaşılıyor. ABD kendi çıkar alanlarını kalkanın koruması altına alarak, “ilk vuruş” imkânını elde etmeyi Rusya, Çin ve Kuzey Kore gibi ülkeleri esir almayı planlıyor. Füze savunma kalkanınız varsa, düşmanınızı isterseniz vurabiliyorsunuz, ama o sizi vuramıyor.

Yaklaşan savaşın ya da savaşlar dizisinin öncekilerden en önemli farkı, başka bir dünyanın mümkün olduğunu savunarak emperyalist savaşa karşı çıkan güçlü bir uluslararası işçi hareketinin olmayışıdır.

Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Türkiye’ye yerleştirilecek Patriot füzeleri için, Çehov’un, “birinci perdede duvarda asılı tüfek oyun sırasında mutlaka patlar” sözünü hatırlatıyor. ABD o tüfeği, Doğu Avrupa’dan Uzak Asya’ya kadar dünyanın hemen her yerine asmaya başladı. İsrail de “Demir Kubbe”sini Gazze üzerinde denedi.

Türkiye halkı R.T. Erdoğan’ın ağzından gerçeği öğrendi. “NATO ne kadar asker gönderir bilmemiz mümkün değil,” dedi Başbakan. “Şu anda bizim topraklarımız … aynı zamanda NATO’nun da topraklarıdır.” Aslında toprakların tamamını ABD’ye, Brüksel’de yetişmiş generalleri ordularıyla birlikte Pentagon’a bedeli mukabilinde satıp, gelirini yeni bir özelleştirme fonunda toplasa, Padişah ve Halife olmak için muhtaç olduğu siyasi desteği ve mali kaynağı temin etmiş olur.

Duvara asılı tüfek patlamadan, Türkiye’yi NATO’dan çıkaracak bir Kurucu İrade’ye ihtiyaç var.