Demokrasinin erdemleri üzerine ne zaman söylevler çekilse, onun sadece yokluğunun değil şu ya da bu ölçüde eksikliğinin bile ne büyük bir felaket olduğu söyleniyor. Hâlâ da söyleniyor, bu gidişle söylenmediği bir zaman gelir mi, bilinmez.
Demokrasinin cilveleri
Mesut Odman
Önce şu “cilve” sözcüğünün anlamıyla ilgili birkaç satır yazmak gerekiyor. Neden derseniz, sözcüğün en çok bilinen ve kullanılan anlamı, “hoşa gitme amaçlı davranış, kırıtma, naz” oluyor. Yazının başlığına yerleştirilmesini uygun bulduğum ikincil anlamı içinse sözlükler “görünme, ortaya çıkma, tecelli” karşılıklarını veriyor. Demek, başlığa yazdığımızla, demokrasinin ortaya çıkma, görünme, tecelli etme biçimlerinden söz etmiş oluyoruz. Daha doğrusu, bir çokluğun, bolluğun, haydi biraz da iltimas geçip sömürüye dayanmayan zenginliğin diyelim, sadece varlığıdır söz edebileceğimiz. Yoksa, onları, o cilveleri anlatmak bir yana, yalnız neler olduklarını sıralamak bile yazıyı doldurur da gelecek haftaya taşar.
Böyle deyince de say say, anlat anlat, neden ayıp olsun o eylemi de ekleyelim, söv söv bitmez tükenmez bir bollukla karşı karşıya bulunduğumuzu anlıyoruz. Öyle bir bolluk ki, temizleyip kurutmak için ne kadar uğraşırsan uğraş, ummanda, hadi bir demeyelim, birkaç damladan öteye gitmiyor başarabildiğin. Bu görünme biçimlerinin çokluğuna akıl sır ermez mübareğin ele avuca sığmazlığı buradan geliyor galiba. Tam anladım, hedefledim, ha vardım ha varıyorum diyorsun, bir de bakıyorsun, elinden kayıp gidivermiş. Kayıp gitmesin diye çıplak ellerini değil birtakım hünerli araçları kullanıyorsun, bu kez de, geriye kalanın o hedeflediğin her ne idiyse ona pek benzemediğini, benzemek ne söz, onun nerdeyse karşıtı olduğunu fark ediyorsun.
Fark edebilenler belli bir niceliğe ulaşıyorsa, ne iyi! Ama bir de o nicelik pek cılız kalıyorsa, bizim çok eski zamanlarımızdaki “nicelik değil, nitelik önemli” avuntusuna yol açan bir düzeyi aşamıyorsa, bir kez daha “yandı gülüm keten helva” demek çok mu avam kaçar?
Demokrasinin erdemleri üzerine ne zaman söylevler çekilse, onun sadece yokluğunun değil şu ya da bu ölçüde eksikliğinin bile ne büyük bir felaket olduğu, bu tür durumlarda elimizde, aklımızda ne varsa bir yana bırakıp o yokluğu ya da eksikliği ortadan kaldırmak gerektiği hep söylenmiştir. Hâlâ da söyleniyor, bu gidişle söylenmediği bir zaman gelir mi, bilinmez.
Oysa, zamanımızda ve bizimkinden çok önceki zamanlarda da demokrasi hep bir sınıfın ya da çıkarları ortaklaşan birden çok sınıfın yönetimi yahut iktidarı olmuştur. Bugünkü demokrasi de öyledir, bizde de hemen hemen her yerde de… Şu basit nedenle ki, oradaki “demos” halk demektir ve halk da çıkarları birbiriyle çatışan sınıflardan oluşur. Bu yüzden öyle karmakarışık, her sınıftan insanın içinde yer aldığı “amorf” bir kütle olarak halktan farklı bir büyük topluluktan söz etmek istediğimizde, örneğin, emekçi halk deriz.
Şöyle bir genelleme yapmak mümkün görünüyor: Yaşadığımız çağda demokrasi, en saf ya da rafine yahut gelişkin olanından en az gelişmiş, en ilkel, en kaba olanına kadar kapitalist sınıf ile onun ittifak yapmayı mümkün ve uygun gördüğü sınıfların egemenliğindeki iktidarı akla getirir. Kapitalizm çok uzatılmış ömrü boyunca, demokrasinin içeriğini kimi zaman karşısındaki sınıfların gücü ve mücadelesi ile genişletmiş kimi zaman da öyle bir direncin gevşeyip kırılmasına da bağlı olarak çeşitli yöntem ve araçlarla değişik ölçülerde daraltmıştır.
Kapitalizmin nerdeyse kendi ömrü kadar uzun bu süreçten bir tür “yan ürün” de ortaya çıkmış bulunuyor, diyebiliriz. En az kapitalizmin kendi çabası kadar, belki ondan da çok karşısındaki sınıflarla onların ideolojik/siyasal temsilcilerinin katkılarıyla ortaya çıkan bu yan ürün, biraz önce değindiğimiz demokrasinin içeriğindeki genişlemeler ile daralmalardır. Böylece, demokrasi, her zaman ilerletilmesi mümkün, ama geriletilmesi de hiçbir zaman engellenemez olmayan bir “şey” durumuna gelmekte ve bu durum, onun her türlü toplumsal mücadelenin hem yakın hem uzak hedefi olarak sunuluşunu kolaylaştırmaktadır. Bunun olumsuz sonuçlarını bütün coğrafyalarda görebiliyoruz. Tek ve gerçek kurtuluşları demek olan sosyalizmi unutacak noktaya getirilmiş geniş emekçi yığınlara günde beş vakit demokrasinin erdemleri vaaz edilebiliyor.
Buradan içinde demokrasi, demokratik, antidemokratik ve benzeri sözlerin geçtiği her şeyin çöpe atılması anlamı çıkmaz, umarım. Gerçi çıksa da çok fazla dert edeceğimi sanmam. Buna karşılık, toplumsal hak ve özgürlükler için, onların genişletilip olabildiğince güvence altına alınması için mücadelenin önemi besbellidir. Bu cümleyi yazarken bile “olabildiğince güvence altına almak”tan söz edişim ise kapitalizm ömrünü sürdürdükçe, toplumsal hak ve özgürlüklerin güvence altına alınamayacağını öğrenmemin mucize sayılmayacağı bir yaşa gelmiş olmamla ilgilidir.
Demokrasinin cilveleri başlığı atılmış bir yazıda, üstelik onun göründüğü ya da tecelli ettiği biçimlerden pek alışkın olduğumuz bazıları ölümlerle acılarla baskılarla birlikte bir haftaya sığabilmişken, herhangi bir somut örneğe hiç değinmemek olmaz.
İktidarın kendi adamları dışındaki gazetecilerin yaptıkları işi gazetecilikten saymama ve bin bir türlü muzır faaliyet arasına sokup cezalandırma eğiliminin son ürünü olarak ortaya çıkan “basın özgürlüğü”nün kısıtlanması konusu, çok eski, dolayısıyla çok bilinen ve çok kullanılmış bir tezi akla getiriyor. Pek de dost sayılamayacak okurlardan gelebilecek “Hâlâ mı o bayatlamış sözler!” biçimindeki itirazlara aldırmadan, geçmişte yapılmış olma anlamında eski, ama geçerliliğini koruma anlamında yeni ya da güncel bu saptamayı hatırlayabiliriz. Tez deyişim, 2-6 Mart 1919 tarihlerinde yapılan Enternasyonal Kongresi’ne tezler olarak sunulmuş ve kabul edilmiş olmasından geliyor. Sahibi, iktidarı alışlarının üzerinden iki yıl bile geçmemiş olan Rusya emekçilerinin önderi Lenin. Biraz kısaltarak ve Şubat 1968’de Payel Yayınevi tarafından basılan çevirinin dilini günümüzün diline1 yakınlaştırarak aktarıyorum:
“ 'Basın özgürlüğü’, saf demokrasinin belli başlı sloganlarından biridir. İşçiler bilirler ki, bütün ülkelerin sosyalistleri yüzlerce, binlerce kez görüp anlamışlardır ki, bu özgürlük bir yalandır. Çünkü, en iyi basımevleri ve en önemli kâğıt depoları kapitalistlerin elinde bulundukça, sermayenin basın üstündeki egemenliği bütün dünyada, hatta demokrasinin ve cumhuriyet rejiminin, örnek olsun, en çok geliştiği Amerika’da bile en göze batacak, en haşin, en hayasız biçimde kendini gösteren bu egemenlik sürüp gittikçe , basın özgürlüğü olamaz. Emekçi halka, işçilere ve köylülere gerçek eşitliği ve gerçek demokrasiyi kazandırabilmek için, ilk önce, yazarları ücretle tutup çalıştırmak, yayınevlerini satın almak ve gazetelerin ahlakını bozmak imkânının sermayenin elinden alınması gerekir. Bunun için de sermayenin egemenliğini yıkmak, sömürücüleri devirmek, bunların direnişlerini kırmak şarttır. Zenginlerin zengin olma özgürlüğüne, işçilerin açlıktan ölme özgürlüğüne kapitalistler her zaman “özgürlük” adını vermişlerdir. Basının zenginler tarafından para ile satın alınması özgürlüğüne, zenginliği kamuoyu denilen şeye istenilen biçimi vermekte ve bu şeyi bozmakta kullanma özgürlüğüne kapitalistler (ve onların sözcüleri ile çeşitli görevlerdeki temsilcileri-M.O.) basın özgürlüğü derler.”
Yüz yıldan da daha eski oluşunu falan bir yana bırakalım, bugün dünyamızın herhangi bir yerinde yaşayan bir emekçi, emekçi olması da gerekmez, az çok aydınlanmış bir insan, bu tezleri okuduktan sonra “Az bile söylemiş!” demez mi?
- 1
Lenin’in yazdıklarından Jean Freville tarafından seçilip derlenmiş metinler Şerif Hulûsi’nin çevirisiyle Sanat ve Edebiyat başlığı altında yayımlanmıştı. Kitabevi raflarında görür görmez aldığım bu kitap, zamanın acımasızlığının mı kullanıcısının hoyratlığının mı eseri olduğunu bilemediğim sararmış yaprakları, altı çizili satırları ile hâlâ kitaplığımda durur. Yukarıdaki alıntı o kaynağın 193. sayfasındandır.