TSK: Yanılsama ve gerçeklik

15 Temmuz’u takip eden iki hafta içinde Türk Silahlı Kuvvetleri tarihinin en kapsamlı yeniden yapılanması için neredeyse dağıtıldı. Bu yeniden yapılanmanın iki itici kuvveti olduğunu biliyoruz. Erdoğan’ın kendini kurtarma ve koruma güdüsünün önemsiz olduğunu düşünenlerden değiliz, bugün birçok tasarruf açıkça bu güdünün eseri. Bunların, her zaman olmasa da, sınıfsal gereksinimlerle, tekeller düzeninin tercih ve yönelimleriyle örtüştüğü oluyor. TSK’nın masaya yatırılıp ağır bir ameliyata alınmasında hem Erdoğan’ın kişisel korkularının hem de yıllardır olgunlaşan liberal bir modelin izlerini görüyoruz.

Kararnamelerle yürütülen yeniden yapılanmanın merkezinde özelleştirilmiş ordu arayışı durmakta. Profesyonel ordu kavramını özellikle kullanmıyorum, bu kavram çok fazla zorunlu askerlik-maaşlı eksenine sıkıştı ve yetersiz kalıyor. Erdoğan orduyu özelleştirme niyetindedir ve bu niyetinin sonucunda karşımızda tek bir ordunun ötesinde, tek bir otoriteye bağlı ordular bulacağız. Bu işin mucidi Erdoğan değildir, NATO’da gidişat zaten bu doğrultudadır ve Türkiye’de hazırlıkların 15 Temmuz’dan çok önce başladığı bilinmektedir.

Karmaşık bir modeldir bu; bir açıdan taşeronluk sistemidir, silahlı kuvvetlerin de bir kâr ve yatırım alanı haline getirilmesidir, uluslararası ve ulusal hukuka karşı hiledir, siyasal sorumsuzluktur, savaş suçlarının meşrulaştırılmasıdır, sermayenin çıkarlarının daha doğrudan savunulmasıdır.

Erdoğan OHAL’le bu modelin önünü açtı. Bu aynı zamanda ABD’ye “iş bitiriciliğimi hafife alma” mesajıdır, kuşkusuz değerlendirilecektir ama batılı emperyalist ülkelerin “kendisi için yapmayacağı şey olmayan” bir kişiye yeni bir kredi açması için yeterli değildir.

Ancak bir hatırlatma yapalım, özelleştirilmiş orduya gidişin önünü açan adımların hemen hepsi daha önce de gündemdeydi. Harp Okullarına imam hatiplilerin alınması, genelkurmay ve komutanlıkların başkent dışına çıkarılması, Genelkurmay’ın devlet hiyerarşisinde rütbe tenziline gidilmesi, yürütmenin ordu üzerindeki kontrolünün artırılması, Savunma-Güvenlik Akademileri ve benzer önlemler yıllardır Türkiye siyasetinin gerilim başlıklarından olagelmişti.

15 Temmuz gerilimi “şimdilik” çözdü. “Şimdilik”in zaman yolculuğunda ne kadarlık bir süreyi kapsayacağını hep birlikte göreceğiz.

Bizse bu yazıda o yolculukta gerilere gidelim ve kimilerinin iddia ettiği gibi bu liberal modelin “milli ordu”yu tasfiye edip etmediğine bakalım.

Ben kendimi bildim bileli, TSK’daki ilerici, yurtsever, devrimci unsurlara dair bir sürü şey anlatılır. Anlatılanların bir bölümü gerçektir, Türkiye’de ordu, hemen bütün kurumlar gibi toplumsal dinamiklerden etkilenir. Kuruluş felsefesinde kaçınılmaz olarak laiklik ve yurtseverlik gibi öğeler yer alan Cumhuriyet’in merkezine çakılan TSK’nın her zaman şu ya da bu oranda ilerici-devrimci subaylar üretmesi neredeyse kaçınılmazdı.

Bunların belli aralıklarla ve fırsat oldukça tasfiyesi de!

Ancak TSK’nın bir bütün olarak ilerici ve devrimci bir karakter taşıdığı, en azından bu unsurların kurumun karakterini belirlediği bir dönem hiçbir biçimde görülmemiştir. Marksist devlet kuramını yardıma çağırmayacağım, gerek yok. Azıcık tarih, azıcık gözlem yeterli.

NATO üyesi, kapitalist bir ülkeden söz ediyoruz. TSK’nın tarihinde NATO üyeliğini, dahası Türkiye’deki kurulu düzeni sistematik bir biçimde sorgulayan tek tek subayların, onurlu devrimcilerin ötesinde herhangi bir hareket hiç ortaya çıkmadı. Örgütlü tepkiler dolayımlı, ideolojik açıdan son derece şekilsiz ve fazlasıyla güncel belirlenimliydi. Dahası TSK’nın “komünizmle mücadele”deki misyonu neredeyse hiç elden bırakılmadı.

27 Mayıs ve 28 Şubat’ı 12 Mart ve 12 Eylül’le kıyaslamayacağım ama bilinmelidir ki, bunların dördü de sermaye sınıfının gereksinimlerine denk düşen müdahalelerdir; 12’ler faşist karakterdeyken, diğer ikisini “restorasyon” kavramı etrafında değerlendirmek mümkün.

Bunların içinde burjuvazi açısından en başarılısı kuşkusuz 12 Eylül’dü. Bugün sistemin yaşadığı tıkanmanın kimi nedenlerini 12 Eylül darbesinde bulmamız mümkün olsa bile, 12 Eylül’ün işçi sınıfı hareketine dönük kapsamlı ve fiziksel şiddetin ötesinde, çok güçlü ideolojik öğeler içeren saldırısı sayesinde patronlar yaklaşık 40 yıldır kendi egemenliklerini güvende hissetmekte.

12 Eylül bir askeri darbeden ibaret değildi ancak TSK bu faşist diktatörlüğün merkezinde duruyordu. Orduda bu Amerikancı darbeyle sistematik ve sonuç alıcı bir hesaplaşma girişiminin hiç gündeme gelmemesi bir kenara not edilmelidir.

28 Şubat süreci ve sonrasında emekli paşaların çıkıp “cesur” değerlendirmeler yapmaları bir şeyi değiştirmiyordu; TSK genetik kodlarına işlenen anti-komünizmin denetimi altındaydı. ABD eleştirileri ve şeriat tehlikesine dönük vurgular “kurumsal” bir perspektifin ötesine geçmiyor, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin halkı ilgilendirmediği varsayımından hareket ediliyordu.

Bu söylenenler TSK komuta kademesinde zaman zaman ve belli unsurlarda gözlenen emperyalist ülkelerin Ortadoğu planlarına, Karadeniz’de NATO varlığına dönük direnci önemsizleştirmiyor. Ergenekon ve Balyoz biraz da bu direncin tasfiyesi amacıyla gerçekleşti ve karşısında NATO’cu bir ordunun bozucu, kişiliksizleştirici ve suça bulaştırıcı etkisine açık unsurları olduğu için fazla zorlanmadan başarıya ulaştı. Bugün, AKP-Fethullah Gülen operasyonuyla tasfiye edilen subayların neredeyse tamamının itibarı iade edilirken bu toplamın içinde gerçekten halkçı karakter taşıyanlar gönüllü bir biçimde o bütünün içinde erimeyi göze alıyorlar. Oysa o bütün, dün ve bugün olanlardan açık bir biçimde sorumludur.

Efsaneler o sorumluluktan kimseyi kurtaramaz.

12 Eylül döneminde de böyle efsaneler vardı. Faşistler Türkiye’yi karanlığa gömerken, Necdet Üruğ, (hatta) Haydar Saltık için “solcu”dur söylentisi çıkarılıyordu. Geçiniz!

İşin özü şudur, TSK kapitalizmin dinamiklerine tâbidir ve görüldüğü üzere, emekçi halka ve komünizme düşmanlık onu gerici ideolojilere ardına kadar açmıştır. Gülen’in cinlerinden söz eden bir belediye başkanını onca yıl sırtında taşıyan başkentin üzerinde onu ve reisini sinsi yöntemlerle alt etmek için sorti yapan F-16’ları muskalı pilotlar kullanıyordu. Mükemmel uyum.

Ergenekon ve Balyoz operasyonlarının Amerikancı, gerici ve ihanet dolu yapısı, efsanelere yol açmamalı. TSK, hep Amerikancı, hep piyasacıydı. Bundan rahatsız olmayacaksınız, bunun sonuçlarından rahatsız olacaksınız, yok öyle şey.

ABD “laik”lerle iş yaparken ses etmeyeceksiniz sonra imamları tercih edince oyunbozanlığa kalkacaksınız! Ülker kötü Eti “milli” saçmalığına prim verecek sonra ordunun özelleştirilmesine direneceksiniz!

Bu mümkün değil.

Mümkün olmadığı için, yıllarca halka karşı kullanılan TSK, şimdi sözde “millet iradesi” tarafından dağıtılıp yeniden yapılandırılabiliyor.