İmamoğlu’na dönük ardı ardına gelen hamlelerin ne beşinci kolla, ne yolsuzlukla, ne sahtecilikle bir ilgisi var. İşin özü, “bu kadar seçim bize yeter” yaklaşımını sevdiler.
İktidar nereye koşuyor?
Kemal Okuyan
Karşımızda elde ettiği makam, yetki ve maddi olanakları “büyük oyunu bozuyoruz” nakaratını tekrarlayarak bırakmak istemeyen bir yapılanma var. Bu yapılanmayı şimdiye kadar destekleyen toplumsal tabanda bile ne bir heyecan ne de istek gözleniyor bu kuralsız yönetim anlayışıyla ilgili. Tersine hayat pahalılığının ulaştığı düzeyin de katkısıyla AKP, sosyal medya trolleri ve medyada gözaltına alınacak kişilerin listesini önceden duyurarak egolarını tatmin eden vasıfsız kişilere daralmış durumda.
Sorun şu ki, bütün bu hamleler, kaosun hüküm sürdüğü, önemli yer değiştirmelerin yaşandığı, işçi sınıfının devre dışı bırakıldığı bir dünyada yapılıyor. Çatışan sermaye gruplarının hiçbiri özgürlüklerle filan ilgilenmeyeceği için siyasetin alanı bütün ülkelerde ciddi bir biçimde daralıyor. Dolayısıyla AKP bir yandan kendi kuralsızlığını dünyadaki tabloyla açıklıyor diğer yandan da patron sınıfına, “bu kaosta gemiyi ancak ben yüzdürürüm” mesajı veriyor. Alternatifleri ortadan kaldırmak, sermayeye yeni “hediyeler” vermek, gerektiğinde onlara kenardan sopa göstermek bu mesajın bir parçası. Uluslararası aktörlere de “yıllardır demokrasi filan diye kafa ütülediniz, şimdi hiçbirinizin bunları lafta da olsa dert edecek hali kalmadı” diyerek çok yönlü ve bir bölümü fiyaskoyla biten pazarlıklar yürütülüyor.
“Ne dersem, ne yaparsam hazmedilir” anlayışı hem “kurucu önder” söylemiyle hem de “diploma” saçmalığı ile test edildi.
Oluyormuş diye düşünüyorlar.
“Ne desek, ne yapsak yediriyoruz” kanaatine vardılar, daha doğrusu böyle düşünmek istiyorlar.
Parçası ve zirvede oldukları ihalelerle, özelleştirmelerle, teşviklerle, kamu kaynaklarını özel şahıslara aktarma işlemlerinin küçük bir bölümünün suç ilan edilmesi değildir buradaki mesele. “Kendileri âlâsını yapıyorlar” türünden bir yaklaşımla savunma hattı örülmez.
Zaten bizim açımızdan işin bu kısmı çok net, turpun büyüğü küçüğü yoktur, halkın parasının iç edilmesi ve emek sömürüsü üzerine kurulu bir soygun düzeninin parçası olanla işimiz olmaz.
Ama illa merak ediliyorsa, turpun büyüğü Tüpraş'la başlar ve devam eder…
Evet, iktidarda birileri “dünyada koşullar uygun, bastıralım gitsin” demekte.
Öte yandan o dünyada Erdoğan’ı önemli ve birçok açıdan vazgeçilmez kılan “seçim kazanma başarısı”ydı. Emperyalist ülkeler seçimleri çok dert ettiği için değil. Aynı anda Büyük Ortadoğu Projesi'nin, aynı anda Avrupa Birliği türkülerinin, aynı anda derin ve kapsamlı özelleştirmelerin, aynı anda tarikatların her yandan fışkırmasının, aynı anda İslamcılığın, aynı anda İsrail’le normalleşmenin arkasında durabilen bir toplumsal destek herkese nasip olmazdı. Bu önemsendi, AKP kıymete bindi.
Şimdi ise iktidar kendisini “vazgeçilmez” kılan kritik olgulardan birinden “vazgeçtiğini” ilan ediyor! İmamoğlu’na dönük ardı ardına gelen hamlelerin ne beşinci kolla, ne yolsuzlukla, ne sahtecilikle bir ilgisi var. İşin özü, “bu kadar seçim bize yeter” yaklaşımını sevdiler.
Bu anlamda hayatı boyunca müesses nizamı savunmuş bir gelenekten gelen İYİP Genel Başkanı’nın “Cumhurbaşkanlığı seçimi boykot edilsin” açıklaması önemlidir. Bu elbette bir direniş çağrısı değil, sistemin bu şekilde işlemeyeceğine ilişkin “içerden” bir uyarıdır.
Sistem bütün dünyada burjuva diktatörlükleri “demokrasi”yi oynamaktan bir bir vazgeçtiği için rahatlamış gözükmektedir ama tam da bu nedenle, orman yasalarının hüküm sürdüğü bir dönemde kendisine güç veren “millet iradesi” iddiasını terk ederek kırılganlığını artırmıştır. Rekabet ve çatışmaların çok sert geçtiği bir konjonktürde.
AKP’nin kırılganlığı onun sorunudur, sermaye düzeninin kırılganlığı patronların sorunudur ancak yaşadığımız ülke halkımızın, bizlerin sorunudur.
İktidar başından beri esnettiği, istediği gibi eğip büktüğü seçme ve seçilme hakkını kırıp yere atmıştır. Ekrem İmamoğlu cumhurbaşkanı adayı olmasaydı ne diploması ne yolsuzluklar ne kent uzlaşısı gündeme gelecekti. Bunu AKP’liler de biliyor.
Öte yandan, birkaç yıldır dört koldan etrafa fısıldanan “devlet İmamoğlu’na güvenmiyor, ona izin vermeyecekler” iddiasının son günlerde yaşadıklarımıza bir derinlik ve anlam kattığını düşünenler fena yanılıyor.
Mesele İmamoğlu değildir.
Mesele, halkın yüz yüze kaldığı ağır ekonomik koşullar nedeniyle inandırıcılığı azalan sömürü düzeninin bekası için gerektiğinde hükümetin değişmesini sağlayacak mekanizmaların sorgulanmaya, hatta ortadan kaldırılmaya başlanmasıdır.
Kimileri faşizm diyor. Faşizm sermaye sınıfının ihtiyaçlarının, emek-sermaye arasındaki mücadelenin şiddetlenmesinin ürünüdür. Bugün “faşizm”in koşulları (şimdilik) yok. Sermaye seçenek üretebiliyor ama siyasi iktidar “seçenek filan olmasın, biz yönetiriz, ne isterseniz veriyoruz” çizgisinde ısrarcı.
Bu çizgi, “Trump ile anlaşırlar”, “İsrail ile yakınlaşırlar”, “Avrupa’nın ordusu olurlar” türünden akıl yürütmelere konu olan muhtemel dış politika hamleleriyle önünü açamaz. Sermaye sınıfının “ben kârıma bakarım” tutumu da yetmez. Asıl konu, kendi meşruiyet kaynağını yok eden bir iktidarın yönetme yeteneğinin iyice azalacak olmasıdır.
Türkiye’nin her tarafından sorun fışkırıyor. Son dönemin iki kritik ve birbiriyle ilişkili konusu “süreç” ve Suriye başlıklarında tutarsızlık, belirsizlik ve soluksuzluk yaşanıyor. Bir yandan ortada stratejik hedefler var, diğer yandan o hedefleri çelen bir dağınıklık hali.
Türkiye sürükleniyor dedik. Bu gerçek.
Peki ne yapmalı?
Partimizin İmamoğlu’nun misyonu, çizgisi, icraatları ve arkasındaki desteğin kaynaklarına ilişkin hiçbir tereddüdü olmadı. Kuşkusuz biz icat etmedik bunları, bir algı operasyonunun ürünü de değiller. Her şey ortada.
Sanırım AKP de bunun yeteceğini düşündü. İhaleler, fonlar vs. vs… İktidarın çok iyi bildiği ve geliştirdiği mekanizmaların yarattığı “çirkinliğin” bu hamlelerin sorgulanmasını engelleyeceğini sanmış olmalılar.
Öyle olmadı. Tepede bir topluluk büyük laflar ediyor, aşağıda kimse ilgilenmiyor.
Türkiye uzun bir süredir yolsuzluğu kanıksadı. Doğrudur, yanlıştır ayrı. Bu kanıksama iktidarın eseridir.
“Kurucu önder” noktasına getirilip tıkanan ve Öcalan’ın çağrılarına bel bağlayan bir sürecin orta yerinde geçmiş seçimdeki CHP ile DEM işbirliğine ilişkin belgelerin toplumda infial yaratması da mümkün değil.
Dolayısıyla AKP’nin bu şekilde kendi tabanını konsolide etmesi filan beklenmemeli.
Peki CHP?
Ya da CHP demeyelim, Erdoğan’ın karşısına bir seçenek çıkarmak için çaba harcayan ve İmamoğlu’nda karar kılan kesimler AKP’nin bu hamlesini toplumda “başka çaremiz yok, buradan yürüyeceğiz” algısını yerleştirmek için kullanırsa?
Kullanıyorlar zaten ve kendi cephelerinden haklılar.
Başkalarını bilmeyiz ancak TKP açısından bu süreç iktidarın seçme ve seçilme hakkını gasp etme girişimlerinin açık ve kararlı bir biçimde karşısında durmak ve bu duruş gereği kaçınılmaz olan anlık etkileşim ve yakınlıkların dışında, İmamoğlu ya da onun temsil ettiği çizgiyle mesafeyi mutlak olarak korumak, güçlendirmek ve anlamlandırmak gibi iki yönü olan bir görevi belirginleştirmektedir.
Bu görev yerine getirilirken halkın İmamoğlu’nun ya da CHP’nin ya da düzen muhalefetinin çizgisini cumhuriyetçi, yurtsever, aydınlanmacı, sosyalizan bir içerikle aşma olasılığının yaratacağı imkanlar ile bu toplumsal eğilimlerin kendilerini bir kez daha bir sermaye projesinin içinde yok etme tehlikesini aynı anda hesaba katarak hareket etmek durumundayız.
Sessiz ve seyirci kalmayız, dolmuşa da binmeyiz.