"Süper Güç" Türkiye Yıkılır mı?

Bir Amerikalının Kıbrıs'ta "Türkiye artık bir süper güç, ona biz bile baskı yapamayız" lafını etmesi bizim basınımızda bu tür haberlere verilen müstesna yeri hemen kapıverdi. Beş-altı yıl öncesine kadarki "shish kebaaap cok guzel" zevzekliklerinden süper güce terfi etmek herhalde çok gurur okşayıcı olsa gerek birileri için. Matt Bryza'nın böyle bir laf edip etmediğini bilmiyoruz. Yabancı kaynaklar bu habere pek itibar etmedi, ikili bir görüşmede sarf edildiği söylenen bu sözlere resmi bir onay ya da yalanlama da gelmedi.

Ama olsun, bizim basını veri alacaksak, Türkiye artık bir süper güç!

"Süper güç" haberinin orta yerine "büyüme rakamları" düşüverdiyse de, süperlerin de zaman zaman tepetaklak olabileceğini ABD örneğinde görenler istiflerini bozmadılar. Türkiye tarihsel bir küçülme evresinde olmasına karşın, IMF'ye kafa tutan, bazı sektörlerde yeni hamleler yapan bir ülkeydi. İşsizlik ve borç stoğundaki şişme "süper"di ama aynı zamanda bir ayrıntı. Türkiye böyle ufak kusurlara takılmayacak kadar büyük oynuyordu.

Ortada tuhaf bir durum var. Türkiye'nin ciddi iktisatçıları -ki bunların neredeyse tamamı marksist, kapitalizmin ülkeyi olağanüstü kırılgan bir döneme soktuğuna işaret ediyorlar. Aklını "demokratikleşme masalı"na kaptırmış olmayan solcular AKP'nin Türkiye'yi daha bağımlı, daha gerici bir yöne soktuğunda ısrarlı. Bizim gibi "Yeni Osmanlı'ya dönüş"ten söz edenler de var. Bu tablodan "süper güç" çıkmayacağı açık.

Lakin, bu yazı Amerikalının tekinin söyleyip söylemediği bile belli olmayan sözlerinden dolayı yazılmadı. Türkiye'nin süper olmasa da, yükselen bir güç olduğu, yalnızca AKP kurmaylarınca yayılan, arada da Vaşington cenahlarından duyulan gurur okşayıcı beyanlarla kuvvet kazanan bir kanaat değil. Daha önce değişik vesilelerle yazmıştım, dışarıdan bakanlar, sağdan da olsalar soldan da, Türkiye'de bir çözülüşten, çöküşten, yıkımdan başka şeyler görüyorlar. Bugün ister Avrupa'da, ister Latin Amerika'da siyasetle az çok ilgisi olan kime sorarsanız, Türkiye'nin bundan on yıl öncesine kıyasla daha kişilikli olduğunu, Türkiye ekonomisinin kendisini toparladığını, dış politikada Türkiye'nin mevcut dengeleri en iyi kullanan aktörlerden biri olduğunu söyleyecektir.

Bu algı, AKP hükümetinin eseridir.

2002 sonları ve hemen ardından 1 Mart tezkeresi... O günden bu yana, Türkiye'nin bağımlılığının arttığını, emekçilerin yoksullaştığını, ülkenin bir yıkım sürecine girdiğini anlatmak ciddi ölçülerde zorlaştı. İşin bir boyutu daha öncesindeki algı sorunlarıdır elbette. Türkiye yeni yeni bu kadar yakından takip ediliyor. Ortalamadan söz etmiyorum. Batılı istihbaratçılardan, Türkiye analizcilerine ve gazetecilere kadar hemen herkes bundan on yıl öncesine kadar Türkiye'yi çok dar bir çerçevenin içine sokarak değerlendiriyorlardı. Bu çerçevenin belirleniminde Türkiye'deki sanayileşmenin boyutlarını, çağdaş sınıfların şekillenmesini, düşünsel birikimi, insan kaynaklarını göremediler ve göstermediler. Avrupa siyasetine "yanlış bir Türkiye" imajı pompalayan Türkiye solunun çabalarını da eklemek gerek.

Türkiye'yi şimdi fark ediyorlar.

Irak konusunda ABD'ye çalım atan, sağa sola yatırım yapan, İMF'ye direnen, çok yönlü bir diplomasi geliştiren ve de İsrail liderine posta koyan bir ülke görüyorlar.

Türkiye toplumunda da önemli bir kesim aynı görüşü paylaşıyor.

Demek ki, "battık, onursuzluk dizboyu, gitti gidiyoruz" yetmiyor.

Ortada bir gerçek var. Türkiye Ortadoğu'da, Afrika'da ve şimdilerde Latin Amerika'da önemli işlere kalkışıyor. Kafkaslar ve Balkanları da ekleyiniz. Enteresan manevralarla kendisine özgün bir yer açan Yiğit Bulut geçtiğimiz günlerde Türkiye Latin Amerika ülkelerinden biriyle "serbest ticaret anlaşması" imzalayacak dedi ve "ülke adı vermek doğru olmaz" ekiyle hükümetin gözde gazetecilerinden biri olduğunu ima etti. Brezilya olsa gerek... Ama Türkiye'nin Venezuela gibi ülkelerle ilişkisi de hızla gelişiyor ve hiç de Ufuk Uras'ın aracılığına gereksinmiyor.

Öte yandan Türkiye ekonomisi, krizi "şaibeli" kaynaklarla ve emekçi sınıfların sırtına bindirerek "makul şiddette" geçiriyor. En azından şimdilik.

Uzatmayalım, Türkiye'nin içine girdiği süreç daha özenli değerlendirmeleri hak ediyor.

Tarihsel bir paylaşım planının sekteye uğramasının ürünlerinden biri olan Türkiye Cumhuriyeti'nin tasfiye edilmekte olduğundan kimsenin kuşkusu olmasın. Bu tasfiyede rol üstlenen, görev alan siyasi aktörün, bu çapta bir operasyonun üstesinden gelebilmesi için kendine ait bir ufka da sahip olması gerekir. İşte bu ufuk şu sıralar, hegemonyası (biraz da abartılı ve erken biçimde) tartışılmakta olan gerçek bir süper gücün yeni yönelimleri ile tamamen örtüşür hale geldi.

Yeni Osmanlıcılık mükemmel bir tariftir ve buradaki "yeni" basit bir önek olarak görülmemelidir.

Bugün AKP'de cisimleşen iç kuvvetler ABD'ye tarihsel bir olanak sunmaktadırlar. Geniş sayılabilecek bir coğrafyada paranın ve dinin gücünü verimli kullanmak konusunda ABD'nin bunlardan öğreneceği çok şey olduğu ortada. Öğreniyor da...

Türkiye yıkım sürecinde, Türkiye felaketin eşiğinde...

Türkiye Cumhuriyeti'ne emperyalistler açısından bugünkü dünyada yer yok! Bu uğursuz iddiada tarihsel bir intikamın fırsatını görüp buna sevinenler, ciddi bir uğraş sonucunda Yeni Osmanlı'ya yer açtılar.

Emperyalizmin dünyasında barış, istikrar da yok. Burada sözünü ettiğimiz yer, belli bir evre boyunca emperyalist ABD'ye istenen manevra alanının açılmasıdır. Ondan sonrasına Fethullah'ın, Abdullah Gül'ün, Ahmet Davutoğlu'nun boyu yetmez. Ama şimdiye kadarki performanslarına şapka çıkarmak gerekir. Çünkü Obama, biraz da onların eseridir.

Bu meseleyi mutlaka tartışmaya devam edeceğiz.