Recep Tayyip Erdoğan’ın büyük sırrı

Eline beyaz kağıdı alıp “bu karadır kara” diyen, ertesi gün aynı kağıda siyah muamelesi yapanları vatan haini ilan eden, bir sonraki gün ise “eyyyyyy filanca, sen bu ak kağıda çamur atmaya çalıştın çamuuuur” diye diklenebilen biridir Erdoğan.

Dün Sarraf kahramandır, bugün casus.

Dün kapitalizm kötüdür, bugün “hamdolsun kapitalizmden milim şaşmayız.”

Dün ABD ile stratejik ortaktır, bugün onunla savaşmaktadır.

Dün Fethullah’a laf söyleyenin ocağını söndürürdü, bugün Fethullah’ın yedi sülalesine…

Dün “sümüklü imam” diyeni benzetirdi, bugün sümsük imam diye dalga geçmektedir.

Dost ve düşman tanımları memleketin mevzuatı gibi, kimse takip edemiyor, beyefendi ne derse odur, hem “bu gökdelenleri buraya kim dikti”? Değil mi ya!

Yarın onca yıl Ankaralılara reva gördüğü Melih Gökçek için “bizi halktan soğutmak için misyon üstlenmiş birini başkentimizin başına getirdiler, biz bu oyunları da bozduk” der, üstüne dinazor resmi olan tişörtleri bile yasaklayabilir.

Kuşkusuz bu bir yetenektir.

Ve Erdoğan’ın bu yeteneği tanrı vergisi değildir. Erdoğan’a bu yeteneği piyasa tanrısı bahşetmiştir.

15 yılda hiçbir kurala bağlı olmadan ülke yönetilebileceğini kanıtlamıştır. Yasalar ona vız gelir, fizik kurallarına meydan okur, zaten matematik nedir ki!

Özgürlük güzel şey, düşünsenize hiçbir sınırlamayı takmıyorsunuz.

Peki bu nasıl oldu? Koskoca ülkede milyonlar tutsakken Erdoğan bu denli geniş bir özgürlük alanını nasıl elde etti?

Şöyle oldu, Erdoğan “benim elimi tutmayın ben de sizi ihya edeyim, memleketi istediğiniz gibi talan edin, sömürün, yağmalayın” diyerek “yerli” ve yabancı patronlara kuralsız bir ülke sundu. 

Kamu işletmeleri özel sektöre üç kuruşa ve hiçbir yasaya takılmadan devredildi.

Ormanlar, akarsular, deniz kıyıları, madenler, yeraltında ve yer üstünde ne varsa her şey sermayeye oyun alanı oldu. Kılıfına uydurulmadan, çünkü artık kılıf mılıf kalmamıştı.

İşçi ücretleri baskılandı, çalışma saatleri uzadı, greve çıkmak fiilen imkansız hale getirildi. Emek hırsızlığı sınırsız özgürlüğe kavuştu.

Tarım çökertildi, büyük gıda tekellerine gün doğdu.  

Halk borçlanmaya heveslendirildi, iç pazar kredilerle şişirildi, insanların gelecekleri rehin alındı.

Kaynağı meçhul paralar girdi ülke ekonomisine; Afrika’dan Balkanlara, Kafkasya’dan Ortadoğu’ya her tür dümen çevrildi.

Patronlarımız kuralsızlığa alışmıştı, büyük paralar kazandılar. Bir yandan da göz ucuyla Erdoğan’ın kuralsızlığı kendine yontmasına, elde ettiği güce ve maddi olanaklara içerlemekte, daha “ılımlı” bir alternatif bulmak için girişimlerde bulunmaktaydılar.

Lakin Erdoğan kural tanımayan bir “kural koyucu”ydu. Kuralsızlığın yalnızca kendileri için geçerli olmasını, Erdoğan’ın azıcık kurallı davranmasını isteyen büyük holdinglere “yok öğle yağma, ayağınıza cenneti getirdim, benden kurtulamazsınız” diyerek sopa göstermesini biliyordu.

Piyasa ekonomisi tepeden tırnağa suça bulaşmıştı, öyle ki piyasa ekonomisinin bizzat kendisinin suç olduğunu bilen bizler dahi ortalığa saçılan pisliğin boyutlarına şaşırıp kalıyorduk.

“Ben pisliğin tekiyim” diye itirafta bulunan Reza ABD’de mahkemeden Türkiye’de üst düzey siyasetçi ve bürokratların pisliğini gösteriyor, o siyasetçi ve bürokratların şefi dönüyor ve “hepimiz aynı gemideyiz, hep birlikte yaptık bu ticareti” diyerek tehdit ediyor. O gemide işçi yok, emekçi yok, yoksul köylü yok, işsiz yok, emekli yok, halkın aydınları yok. Sürüklenen gemide piyasa oyuncuları var; siyasetçisinden patronuna, patronundan bürokratına ve ortalığı bok götürüyor.

Fırsat bulduklarında zayıf olanları satacak, itibarsızlaştırdıklarının üzerlerine kirli ellerini silerek temize çıkacaklar. Ama şimdilik herkes bir ötekini sıkı sıkıya tutarak kendini garanti altına alıyor, bir yandan da halkın ümüğünü sıkarak para basmaya devam ediyor.

İşte tam da bu anda mesele giderek daha fazla uluslararasılaşıyor.

Çünkü Erdoğan içerideki kuralsızlığını dış politikaya da taşımaya kalktı. Başlangıçta bundan pek keyif almıştı emperyalist ülkeler. Nasıl keyiflenmesinler ki, Türkiye’de ayaklarına azıcık dolanan ne varsa hepsinden kurtulacak üstelik Erdoğan anahtarıyla Arap coğrafyasında yeni kapılar açacaklardı.

Ancak emperyalist sistemde kuralsızlık değil, orman kanunları geçerlidir. Orman kanunları herkesin gücü oranında kuralsız hareket ettiği bir düzendir. Örneğin en tepedeki ABD, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra “benim hareketlerim kurala bağlı değildir biir, benim koyduğum kurallara uymayanlara haddini bildirme hakkım sınırlanamaz ikiii” demiş ve böyle davranmaya kalkmıştır. Bir süre sonra ülke içinde ya da sınırlı bir bölgede kural tanımayan başka devletler bu kuralsızlığa karşı koymaya kalkmış, kendi piyasa oyuncularının daha fazla pay alabilmesi için ABD’nin özgürlüğünü kısıtlamak istemişlerdir.

Erdoğan’ın uluslararası alanda kuralsız hareketleri tam da bu kavganın kızıştığı bir sıraya denk gelmiştir. Gücü gücüne yetene… Rusya Erdoğan’a Suriye’de istediği gibi hareket edemeyeceğini gösterince “NATO beni koru” denmiş, NATO’dakiler “boyundan büyük işler çevirme” diye uyarınca Putin’e “dostuuum” diye sarılınmıştır.

Bu oyun sonsuza kadar sürmeyecek elbette. Sistem içindeki büyük kavgayı Erdoğan yönetemez. Ama şunu yapabilir: Son ana kadar “hepiniz suçlusunuz” diye bir gün İsrail’e, bir gün Almanya’ya, bir gün ABD’ye sallar, yeri gelir Putin’e yüklenir ve hepsinde haklı olur.

Çünkü bizim bok götüren gemimizin sürüklendiği uluslarası sular piyasa ekonomisinden etrafa yayılan lağım tarafından fena halde kirletilmiştir.

Ve böyle bir dünyada “kurallı hareket edelim” çağrısı yapan Kılıçdaroğlu’nın sanayicilere ve batı dünyasına seslenişi bayağı enteresan olmaktadır.

Kurallı ve adil kapitalizm… Şaka olmalı!

Paranın egemenliğindeki dünyanın tek kuralı vardır: Sömürü!

Yok yok, aynı gemide filan değiliz; batsın o gemi, daha iyisi, halk batırsın.