Peki neden asker düşmanı değiliz?

Neden ordu yanlısı olmadığımızı, olamayacağımızı birkaç gün önce açıklamaya çalışmıştım. Dengelemek için değil, bütünlüklü bir bakış açısı ortaya koyabilmek için bir soruya daha yanıt vermek gerekiyor: Neden asker düşmanı değiliz?

Önce şu düşman kavramından kurtulmanın yolunu bulalım… Düşman, savaşan tarafların nesnel olarak birbirlerine karşı konumlarını ifade eden teknik bir anlam taşıyabilir. Dolayısıyla şiddetlidir ama geçicidir. Örneğin, Japonya ile ABD'nin İkinci Dünya Savaşı'nın önemli bir bölümünde birbirlerine düşman olmaları, savaşın bitiminden kısa süre sonra bir müttefiklik ilişkisine dönüşmüştür.

Savaşın türlü biçimleri olduğu söylenebilir ancak tarafların birbirlerine kendi iradelerini kabul ettirmek için "yok etmek" üzerine kurulu bir strateji izledikleri savaşlar için "silahlı çatışma" boyutunu olmazsa olmaz bir özellik olarak almakta yarar var. Uluslararası ya da toplumsal aktörler arasında tarafların birbirlerini "yok etmek" gibi bir hedefle hareket etmedikleri daha farklı mücadele biçimleri de söz konusu.

Savaşan tarafları tanımlaması dışında, düşman kavramının bir de "yok etme" isteği uyandıracak kadar nefret edilen hedefi işaret etmek için kullanılabildiğini biliyoruz.

Fazla uzatmayalım, böylesi bir düşman tarifi eğer sınıf mücadelesine duygusallıktan belli oranlarda arındırılarak yerleştirilecekse en doğrusu, burjuvaziye dönük düşmanlıktır. Burjuvalara değil de bir sınıf olarak burjuvaziye…

Ancak yine de sınıf mücadelesinin mantığına çok daha uygun, çelişki kavramıyla birlikte kullanımı da daha kolay "karşıtlık" sözcüğünü tercih etmekte yarar var.

İşçi sınıfı burjuvaziyle tam da karşıt birer sınıf olarak yer alırlar tarihsel süreçte. İşçi sınıfının bu karşıtlığa uygun bir konumlanış içine girmesi ve bu karşıtlığın zorunlu sonucu olarak siyasi iktidarı alması için siyaset üretmek işçi sınıfı partileri için temel görev olarak belirginleşir.

Devlet, devletin bütün kurumları Marksistler trafından bu karşıtlık içerisinde üstlendikleri rol üzerinden değerlendirilir, bu rol nedeniyle sermaye düzeninin egemenlik aygıtı olarak damgalanır ve ve emek-sermaye çelişkisinin ürünü olan karşıtlıkların bir parçası olarak görülür.

Devlete ilişkin bu siyasal yaklaşımımız, bugün, ne "tarafsız", "sınıftan arındırılmış" bir devlet algısı ile eksiltilebilir, ne de dünyada toplumsal sınıfların bütünüyle ortadan kalktığı bir momentte kurtulacağımız bir dizi tarihsel olgudan belki de en önemlisi olarak "devlet"e ilişkin kategorik reddiyemizle güçlendirilebilir.

Kapitalist toplumlarda işçi sınıfının kurtuluşu için mücadele edenlerin otorite ve iktidar düşmanlığına bel bağlamaları kadar ahmakça bir tutum olamaz. Bu ahmaklık, pekala siyaset düşmanlığı olarak da adlandırılabilir! Siyaset de yok olası bir kategoridir ama… İşçi sınıfının siyasete, en fazla siyasete gereksinimi vardır!

Bu giriş yeterli olmalı…

Marksistler "asker düşmanlığı" yapmazlar… "Polis düşmanlığı" da yapmazlar.

Devletin elinde bulundurduğu silah tekelinin sınıflar mücadelesinde nasıl kullanıldığını bilir, bu tekelle ilgili kurumların ve sermaye egemenliğinin diğer mekanizmalarının sınıfsal karakterine ilişkin herhangi bir yanılsama içine girmezler ama onların insan kaynaklarını merkeze koyan bir tavır geliştirmezler.

Birden fazla nedenle…

Devlet, egemen sınıfın çıkarlarına hizmet etse de ve hizmet edebilmek için "tarafsızlık", "hakemlik" görüntüsüne gereksinir. Bu görüntünün elde edilmesi, böylesi bir sınıflarüstü konum iddiasının hakikilik salgılayabilmesi, az çok "tarafsızlık" hissi veren yasal düzenlemelerin ve egemen sınıfa hizmet eden bütün mekanizmalara karşın "tarafsızlık" ideolojisine bağlanmış bazı kadroların varlığına bağlıdır.

Burada bir ek olarak hemen şu söylenmelidir: Devletin verili bir andaki konumlanışı, yasal düzenlemeler ve kadrolarının ideolojik yönelimleri dahil olmak üzere, belli ölçülerde ezilen sınıfın mücadelesi ve etkisini de yansıtır.

Özetle, bir baskı aygıtı olarak devletin bütün kadrolarının "burjuvazinin askeri" olduğunu düşünmek saçmadır. İlk bakışta bu bir "felaket" olurdu denebilir, öte yandan bütün kadroları açıktan "militanlaşmış" bir devlete dayanan bir düzenin işçi sınıfı karşısında pek tutunamayacağı da bilinmelidir.

Devam edelim, toplumsal mücadeleler devlet kadrolarını da etkiler, onların ideolojik ve siyasal tercihlerinde oynamalara neden olur, kimi durumlarda üstlendikleri kurumsal rolü sorgulamalarına yol açar. Yurtsever, ilerici, demokrat askerler, polisler, yargıçlar hep var oldular, bazı dönemlerde onlara daha sık rastlanabilir.

İşçi sınıfının öylelerine gereksinimi vardır.

Demek ki, "düşmanlık" Marksist bir yaklaşım olmadığı gibi, siyasal açıdan da aptallıktır.

Türkiye'ye gelince…

Nüfus büyüktür, devlet de! Yüksek sayıda devlet görevlisi çalışmaktadır.

Ülkede demokratik kitle hareketi geleneği zayıftır, siyasetin "kadro" bacağı başından beri hep önem taşımıştır, taşımaya devam etmektedir.

Siyasi ve ideolojik dinamiklerin nüfusun sınırlı bölmesinde yoğunlaştığı ve bütün mekanizmaların buna uygun yapılandırıldığı hesaba katıldığında, belli bir ölçeğin üstüne çıkan emekçi hareketlerinin bu mekanizmalara yerleşmiş olan insan unsurunu olağanın ötesinde etkilediği yalnızca teorik bir iddia değildir 1970'ler bunun en güzel kanıtıdır.

Pol-Der, Doğan Öz, Cevat Yurdakul bu ülkenin gerçekleridir…

Son olarak, sermayenin "sivil" hizmetlilerinin bir halk için ille daha az tehlikeli olacağına ilişkin iddianın büyük bir liberal yalan olduğu hatırlatılabilir.

Gerçek karşılığı olmasa da, "tarafsızlık" türünden iddialarla görev yapan silahlı devlet görevlilerinin devletin daha fazla "taraf" olmasını isteyen, yani daha adanmış ve arzulu sermaye aktörleri olarak misyon üstlenme cüretini gösteren "sivil otorite"nin temsilcilerine göre neden daha faşist, daha gerici, daha tehlikeli olduğunu bana kimse anlatamaz!

Venezuela'nın devrimci lideri Chavez bir subaydı, Portekiz'in kasabı faşist Salazar ise bir sivil…

Tayyip ve Abdullah biraderler de siviller onlar kadar tehlikelileri belki vardır ama sırf üniformalı devlet görevlileri ortalıkta dolanıyor diye şu sivil zorbalara pozitif ayrımcılık yapılmasını neden kabulleneceğiz ki!