Oyun teorisi ya da oyuna dönüşen siyaset

Üniversitede bazı siyaset derslerine CIA bağlantılı olduğunu düşündüğümüz Amerikalı bir hoca girerdi. Günün birinde “15 dakikanız var, kim kiminle ittifak yapacak, hanginiz hanginize savaş ilan edecek, karar verin” diyerek elindeki küçük kağıtları dağıtıvermişti. Her öğrenci bir ülkenin karar verici otoritesini temsil ediyordu, kağıtlarda ise ülke ekonomisi ve savaş gücüyle ilgili nicel büyüklükler yazılıydı.  “Oyun”dan başka şeyler anlayan bizler için “oyun teorisi”nin bu ilkel uygulamasının herhangi bir karşılığı yoktu. Adamın şaşkın bakışları arasında sınıfta gerçek bir kaos yaşandı; ne ittifak kurabildik ne de savaşabildik!

Oysa yıllar sonra, Türkiye’ye baktığımda, yalnızca nicel büyüklükler üzerinden siyaset yapmak konusunda doğal bir yeteneğe sahip olduğumuzu, bu işin dersine filan gereksinmediğimizi anlıyorum.

Dersin konusu neydi?

Elinde tuttuğun kaynaklara göre en rasyonel kararı vererek sınırlarını genişletmek ya da bir paylaşım kavgasını hiç değilse kayıpsız kapatmak için dost ve düşman belirlemen. İdeoloji yok, ahlaki değer yok, gerekçe yok. Pasta dağıtılacak ya, sen de kiminle bir olup kimin gözünü oyacağını saptayacaksın!

İç siyasette de aynısı. Üstelik seçim gibi, sayıların her şeyin üstüne çıktığı bir platform söz konusu.

Sermaye düzeninin siyasetin alanını daralttığı, birbirine benzettiği partiler arasındaki farkların silikleştiği, geçişkenliğin arttığı hep söylenir. Bu anlamda farklı olan hep “sol”dur.

Ancak bu da geçmişte kalmıştır.

“Sol”dan ne anlamamız gerektiğine ilişkin bir tartışmadan bir kez daha uzakta durarak, bir süredir Türkiye siyasetine ilkesizlik ve programsızlığın en fazla soldan taşındığını söylemek zorundayız. Psikolojik bir baskı kurulmasa, hayatta nicel büyüklükler dışında başka şeylerin de önemli olduğu hatırlatılmasa, hep birlikte bir odaya gireceğiz ve elimizdeki bindelik sayılarla “büyük güç”lerden ricacı olacağız!

Hanginiz daha fazla verirsiniz?

Birinci Dünya Savaşı başlarken İtalya bunu iki karşıt ittifak sistemine soruyordu. Daha fazlasını vadeden İngiltere olmuş, arsız İtalyan burjuvazisi Almanya’nın karşısına dikilmiş, sonra da kazanan tarafta olmasına rağmen, kazığı yemişti.

Şimdi bizde de, “büyük güçler” herkese çağrı yapmakta. Laik duyarlılığı olanlar-İslamcılar, solcular-sağcılar…

Gözüktüğü kadarıyla seçime girecek ağırlıklı partilerden bir tek AKP’nin kafası net. Toplumu tapınanlar ve nefret edenler diye ikiye bölmüş, buna en uygun siyasi konumlanışı alıyor, karşıtlarının zayıf noktalarına, kafasızlıklarına seslenerek onları paralize etmeye çalışıyor. Diğerlerinin yaptığıysa, büyük hesaplar için küçük sayıları toplamak.

Bu hesaplar arasında solun tasfiyesi de vardır.

Çünkü sol ilkeleriyle, programıyla “oyun teorisi”ne sığmaz. Sığmadığı için her durumda oyun bozma hak ve olanağını elinde tutar.

Son on beş yılı bir de bu açıdan değerlendirin. Sonra da elindeki kağıtta taşıdığı küsurata rağmen solun neden bu kadar kıymete bindiğini düşünün.