Ölüyorsunuz, imamınız da hazır

“Bu düzeni değiştirmek gerek” dediğimizde “tabi tabi” olurdu yanıtları… Genel bir doğruydu bu, herkesin doğrusu, yani “ben solcuyum” diyenlerin en azından… O kısmı tamamdı ama siyaset bu değildi, düzen değişecekti bir gün mutlaka. Ama şimdi…

Zamanı değildi.

Devrimin güncelliği, yalnızca teorik bir laf değil basbayağı siyasal bir önermeydi bizim için. Oysa karşımızda güncel olarak devrimin imkansızlığını kanıtlamaya çalışan, tarihsel açıdansa en azından “hiç fena olmaz” diyen oldukça kalabalık bir toplam vardı.

Devrim cephesinin yol alması için, bu kesimi küçültmek, bu kesimde yarıklar açmak, bu kesimin kuşatmasından kurtulmak gerekiyordu.

Bunun için verdiğimiz uğraş sırasında kimi kibarca, kimi açıktan saflık, aptallık, çocuklukla, bazen de maceracılıkla açıklardı davranışımızı. 10 Kasım’larda okul önlükleri giyip Mustafa Kemal benzerleriyle fotoğraf çektirmek “reel siyaset”ti de onlarca yıldır işçi sınıfının mücadelesini simgeleyen kızıl bayraklarımız hayalperestlerin nostaljisiydi onlara göre…

Bir bölümünün sınıfsal açıdan “devrim”e uzak hatta düşman olması normaldi, kobiydiler kendi çaplarında, bobi olanları da vardı. Ama sorduğunuzda mutsuzdular, içlerinden “rastlantılar beni patron yaptı, aslında ben de komünistim” diyenler bile çıkardı. Mutsuz oldukları açıktı, çocukları için kaygılıydılar özellikle, yobazlardan nefretleri içtenlikliydi… Lakin sonuçta patrondular ve temel dertleri huzurdu.

Ancak çoğunluk toplumun yoksulları, ücretli emekçiler, ayın sonunu hiç getiremeyen emeklilerdeydi. Yani bir düzen değişikliğine sınıfsal pozisyonları nedeniyle itiraz etmemesi gerekenler… Genç ya da yaşlı fark etmiyordu, “devrim” güzel bir ülküydü ama bu ütopyaydı, teoriydi, siyaset pratiği başka bir şeydi.

Öyle ki, en iyi niyetlileri, yakından takip ettikleri ve gecesini gündüzüne katarak emekçi halkın örgütlenmesi için mücadele eden, haksızlık ve adaletsizliklere karşı hızlı ve radikal tepki veren komünistlere “e söyle ne yapayım” diye sorabiliyordu.

Çünkü siyasetten kuralları, araçları bu düzen tarafından ezelden bu yana tarif edilmiş, hakemliğini medya denen alçaklığın yaptığı bir sahtekarlıktan başka bir şeyi anlamıyorlardı.

Hem bizim iyiliğimiz hem kendi iyilikleri için, komünistleri de bu sahtekarlığın parçası haline getirmeye çalışıyorlardı.

Bizi seviyorlardı, umarsız bir kavganın içinde helak olmayacaktık. Kendilerini daha çok seviyorlardı, onların vicdanını, yüreğini, hatta aklını rahatsız etmezdik oyuna dahil olduğumuzda.

Elinde süpürge bütün gün sokakları temizleyen bir belediye işçisi tanıdığım var, biz de “siyasi”yiz ya, her gördüğünde “abi AKP’den 20 milletvekili ayrılacakmış”, “CHP’de falanca genel başkanlığa adaymış”, “2016’da erken seçim olacakmış” diye derin dedikoduları bana doğrulatma derdinde. Aslında derdi rahatlamak. Umutsuz yaşanmıyor, lafı bana bıraktığında duyacaklarına kafası yatıyor yatmasına ama duymak istemiyor. Duyacakları zoruna gidiyor.

Bizim dünyamıza “küçük” damgası vurmayı severdi çok bilmiş olanları. Küçük dünya tam da buydu aslında. Sermaye sınıfının insanlığa “buyrun oyalanın” diye armağan ettiği bir siyaset oyunu.

Lakin oyun bitti. Yoğun bir “reform”cu beyin yıkama operasyonuyla geniş bir kesimi serseme çevirdikten sonra, oyun sonlandı.

1 Kasım’ın üzerinden geçen iki ayın ardından görülüyor ki, ama bilinçli ama sezgisel olarak günü kurtarma, yani bu düzeni azıcık iyileştirme beklentisiyle “reform” diyenler artık buna da inanmıyor. İki farklı sosyal demokrat partiye dağılmış olan “reform” beklentisinden geriye neredeyse hiçbir şey kalmadı.

Öldü.

Kılıçdaroğlu da AKP’nin hastanede görevlendirdiği imam gibi; ölüme alıştırmaya çalışıyor.

Bu koşullarda “devrim” fikri büyüyor, güçleniyor ama hâlâ çok yavaş. Hızlanmak zorunda.

Bizi bekleyemez misin?

Ölüyorsun be kardeş!