Kılıçdaroğlu ne zaman “tek adam” oldu?

Düzen partileri asla katılımcı ve kolektif karakter kazanamaz. “Demokratik” demek istemiyorum, bir sözcük olarak kendi başına bir anlam ifade etmiyor, hatta kötü şeyler çağrıştırıyor. Yine de şimdilik bu kavramı çok sevenlerin dediği olsun, bir düzen partisi “demokratik” bir işleyişe sahip olamaz. Hiçbir yerde. “Asla” vurgusu ise Türkiye’den hareketle, yerindedir, münasiptir!

AKP’nin zinhar böyle bir iddiası yok. Adamı sultan yaptılar, padişah yaptılar, hatta peygamber yaptılar, bizse tutmuş hâlâ cumhurbaşkanlığını sorguluyoruz. O her şey! Katılımcılık, kolektivizm filan ancak onun inayetiyle, onun belirlediği ölçek ve düzlemde ve onun kurallarıyla gündeme gelebilir.

Bu nedenle şimdi durup dururken AKP’de “parti içi demokrasi”yi tartışmak anlamsız.

CHP ise şu sıralar özellikle bunu tartışıyor!

Kılıçdaroğlu’nu “tek adam”lıkla suçlayanlar var örneğin. Ekmeleddin’in adaylığı açıklandıktan sonra duyar olmuştuk bu ithamı, partinin yetkili kurullarına danışılmadan bu isim nasıl olur da ortaya atılırdı! Cumhurbaşkanlığı seçimi geride kaldı, sağcı aday politikasından bir kez daha istenen sonuç alınamadı, çıkıntı sesler çoğaldı, öyle ki partinin lideri için “diktatör” bile denir oldu.

Dışarıdan bakan biri olarak söylemek zorundayım ki, haksızlık yapılıyor.

Kılıçdaroğlu Genel Başkanlığa getirilirken, onu destekleyenlerin istediği tam da bu değil miydi?

Tıkanan CHP’yi dinamikleştirecek, dönüşüme sokacak, Erdoğan’ın karşısına aslanlar gibi çıkacak, geniş kitleleri sürükleyecek, heyecan yaratacak, gülecek ama gerektiğinde masaya vuracak… Sözcüğün Türkiyeli anlamıyla “lider” olacak!

Ben pek anlamıyorum sağından solundan CHP’nin ama yine de lafın gelişi söyleyeyim, partinin sağı da solu da, ortası da aynı beklentiyle hareket etmekteydi. Kemal Kılıçdaroğlu partiyi ayağa kaldırmalıydı.

Neden?

Kemal Bey’in bir ideolojik tutumu, belirgin ve yeni bir düşüncesi mi vardı?

Farklı ihtiyaçlara yanıt veren, birbirini tamamlayan ve uyum içinde çalışan bir ekip mi kurmuştu?

CHP’nin başına yeni bir program, hadi program demeyelim de, yeni bir siyasi söylemle mi gelmişti?

Yukarıdaki soruların yanıtı tereddütsüz hayır. Şimdi de, o zaman da.

Bu koşullarda Kılıçdaroğlu’ndan beklenen biricik şey “tek adamlık”tı. Birbirine yakın, benzer, hatta birbirinin aynısı politikaları farklıymış gibi sunmanın yolu medyatik ya da karizmatik liderlerden geçmekteydi. Kemal bey’den umdukları buydu. Tek adam rüzgar estirecek, parti de ona tutunacaktı.

Siyasi doğrultu, yaratıcı düşünce mi? O kolaydı. Yeter ki “güçlü lider” boşluğu doldursundu. Genel Başkan’da olmayan ideolojik rengi partiye çalacağını düşünen sayısız isim ya da grup, uygun anı bekliyordu nasılsa!

Olmadı, Kılıçdaroğlu Erdoğan karşısında bire birde zayıf kalıp, rüzgar filan estiremeyince, CHP’de “parti içi demokrasi” hatırlanıverdi. Oysa başından beri aynı Kılıçdaroğlu, değişen bir şey yok. İstediğini yanına getiriyor, istediğini uzaklaştırıyor, istediğini aday yapıyor. İşin gerçeği ondan istenen, beklenen de buydu!

Düzen partileri, sosyal demokrat olsalar da, başka türlü yapamaz. Mustafa Sarıgül’ün etrafında kopan fırtınayı hatırlayın. Memleketin en önemli meselesi haline gelmişti ama kimse Sarıgül’ün memleket hakkında farklı ne düşündüğünü bilmiyordu. Çareydi de, neye çareydi belli değil!

Katılımcılık ve kolektivizm, tutarlı bir dünya görüşünde, koşullara, dönemsel değişikliklere dirençli bir siyasi programda ortaklaşmayı gerektirir her şeyden önce. Özgürce tartışabilmek için, ortak bir zeminde durmak gerekir. CHP’de “ben ulusalcıyım” diyen var, “ben liberalim” diyen var, “ben solcuyum, sosyalistim” diyen var, biraz deşince “muhafazakar demokratım” diyen var. Düzenin belirlediği dar alanda siyaset yaparken bu çeşitliliğin gerçekte ne ifade ettiğini kimse bilemez ama sonuçta bütün bunlar birer “dışavurum”dan ibaret de olsa, aynı partinin taşıyamayacağı “kimlik”ler. İşte bu “zenginliği” birarada tutmanın en kestirme yoludur “tek adam”. Ne ki o da tutmadı işte!