Kılıçdaroğlu CHP'si ve sol

1970'lerdeki Ecevit dalgası ile bugünkü Kılıçdaroğlu heyecanı arasındaki söylemsel fark, dünya ve Türkiye ölçeğindeki karşı-devrimlerle, neo-liberal saldırılarla açıklanabilir. İçeriden bakacak olursak fark, 12 Eylül'dür, Özal'dır, AKP'dir.

Bülent Ecevit'in "düzen değişikliği" söyleminin Kemal Kılıçdaroğlu'nun "varoşlar" söyleminin solunda olması, iki siyasetçi arasındaki farktan çok, dönemin farklarından kaynaklanmakta.

1970'lerde "sol"dan dalga yaratmak için en azından "bu düzen değişmeli" denmek durumundaydı, şimdi daha azı iş görüyorsa, dünya, Türkiye, koşullar gerçekten farklıdır.

Bir kez daha görüyoruz ki, emperyalizm, piyasa güçleri, gericilik kendi adlarına iyi iş çıkarmışlardır.

Ecevit'in çıkışını olanaklı kılan üç siyasal gelişme söz konusuydu. İlki, Türkiye'nin emekçi sınıflarının arayışı, yüzlerini kitleler halinde sola dönmeleri… İkincisi, dışarıdaki "dost"ları dahil olmak üzere sermaye iktidarının kendi toplumsal tabanını genişletme ve düzen dışı dinamiklere set çekme arayışı… Üçüncüsü, burjuva siyasetindeki tıkanmanın yarattığı baskı ve toplumsal hareketlenmelerin etkisiyle Bülent Ecevit dahil olmak üzere birçok siyasetçinin kimi başlıklarda düzenin alışılmış kalıpları ve kurumlarıyla sürtünen, gerilim üreten ideolojik-siyasal yönelimlere girmesi.

Son tahlilde sevindirici bir durumdu bu, sol açısından önemli olanaklar sunuyordu.

Ancak herkes işini iyi yaptı, sol ise sadece hata! Ve Ecevit dalgası, işçi hareketinin üzerinden geçiverdi, CHP'nin peşine takılan sol kişiliğini yitirdi. CHP solu terk ettiğinde 12 Eylül faşizmi için bütün engeller ortadan kaldırılmıştı.

Herkes işini iyi yapmıştı dedim batılı ülkelerden, Türkiye burjuvazisinden söz ediyorum. Gelişmeleri iyi okudular, gerekli müdahaleleri yaptılar ve kendileri için risk taşıyan bir dönemden kazançlı çıktılar.

Hiç tereddüt etmeden söyleyebiliriz ki, 1970'lerde Türkiye solu Ecevit dalgasına direnebilseydi, bugün Türkiye oldukça farklı olurdu. Evet araya yıllar girdi ama unutmayalım ki, Türkiye'nin 30 yılı aşan "karanlık" döneminin can sıkıcı bir iç tutarlılığı ve sürekliliği var. Siyasallaşmış bir işçi, bir devrimci, bir komünist, "biz ne zaman kaybettik" sorusuna "1980'de" yanıtını vermeden önce oturup düşünmelidir. Türkiye solu 1970'lerin ilk yarısında kendini kaprtırdığı CHP'cilikten 1978-79 gibi kurtulmaya başladığında iş işten geçmişti. 12 Eylül'ün faşist generalleri bu nedenle son derece rahat ve pervasız bir biçimde hareket ettiler.

Ecevit'in çıkışı sevindiriciydi, bu çıkışı değerlendirebilecek, bu çıkışın anlamını kavrayacak bir sol olsaydı…

Yüzünü sola dönen bir toplum, hareketlenen bir işçi sınıfı ve solu tartışmak zorunda kalan, sola oynayan bir düzen siyaseti! Ne güzel.

Bağımsız kimliğini, örgütlülüğünü koruyup güçlendirmek, "düzen değişikliği" söylemini sosyalizmle somutlayarak CHP'nin elinden almak, sermaye sınıfı ile Bülent Ecevit arasındaki güveni bu "bağımsız" müdahaleyle bozmak, solu bu şekilde kontrol edemeyeceklerini anlayan burjuvaziyi bu kez başka hatalar yapmaya zorlamak…

Bunlar mümkündü. Artık tarihimizdir, olmadı.

Sermaye sağ taraftan MHP'yi sürerek solu ve örgütlü işçi kitlelerini CHP'ye doğru ittirdi, CHP ise MHP bastırdıkça sola daha azını verdi… Gerçekten iyi iş çıkarıldı.

İlk katıldığım siyasi miting, CHP'nin ünlü Tandoğan mitingiydi, baba kollarında… Heyecan büyüktü, çok büyük. Çok değil birkaç yıl sonra, ilk afişlememde de heyecan vardı kendimce, hem de çok fazla. "Sosyalizm Bayrağını Meclise Dikelim" yazıyordu ve üzerimize doğrultulan namlularla onları sökmeye zorlanıyorduk. Polis değildi, jandarma değildi, CHP'liler değildi, başka "solcu"lardı. Ellerinde CHP afişleri… (*)

Değerlendirmek gerekiyordu Ecevit dalgasını. İşin kolayına kaçıldı, dik durmaktan, bağımsız bir tavır geliştirmekten, sosyalizmi savunmanın zorluklarından korkuldu ve Ecevit mavisi, Türkiye işçi sınıfının kabusu haline geldi.

Kılıçdaroğlu bir Ecevit değil bugünün Türkiyesi, 1970'lerdeki ülke değil. Söylerken canım sıkılıyor ama, dünya değişti.

Değişmeyen, değişmeyecek şeyleri buraya yazmaya gerek yok herhalde.

Dün nasıl Ecevit dalgasından hoşnutsuzluk duymak gerekmiyorduysa, bugün de Kılıçdaroğlu'nun heyecan yaratmasından rahatsızlık duyamayız.

Geçtiğimiz haftasonu katıldığım bir toplantıda "CHP Genel Başkanlığı'na Kılıçdaroğlu'nun seçilmesine sevinmek kötü bir şey mi" sorusu ile karşılaşmıştım.

İyi soru…

Ben sevindim.

Türkiye'de solun ciddiye alınmaya başlamasına, solun tartışılmasına, solun burjuva siyasetini etkilemeye başlamasına sevindim.

Onca çürütücü etkiye karşın, dürüstlüğün prim yapmasına sevindim.

Yoksullardan, işsizlerden, eşitsizliklerden söz edilmesine sevindim.

Bir düzen partisinin genel başkanının "taşeronluğu kaldıracağız" demesine, demek zorunda olmasına sevindim.

Kılıçdaroğlu'nun yarattığı heyecanın alt yapısında küçümsenmeyecek miktarda "solduyu" olmasına sevindim.

CHP'nin programını zorlayacak birkaç ismin parti yönetimine seçilmesine sevindim.

Ne bileyim, Erdoğan'ın bir kez daha paniklemesine sevindim.

Lakin, sevindirik olmadım!

Bu heyecandan ne çıkartılmaya çalışılacağı açık. Bu heyecanın kurgulanmış boyutlarının asla hafife alınmaması gerektiği açık. Bu heyecanın bir kez daha Türkiye'deki sol birikimi tasfiye için kullanılmak istendiği açık.

Kılıçdaroğlu'nu CHP genel başkanlık koltuğuna birileri ittirdi. Komplodan filan söz etmiyorum o birileri tekelci medyamızdır, TÜSİAD'dır, batılı başkentlerdeki odaklardır. Kimse kendini kandırmasın. Demek ki tahmin edilebilecek ama asla "tek"e düşürülemeyecek bir dizi karmaşık hesapla, CHP'de taşları yerinden oynatmak gerektiğini düşündüler.

Ama düşündürtenler arasında Türkiye'nin emekçileri, devrimcileri, komünistleri de var.

Kılıçdaroğlu CHP Genel Başkanlığı'nı biraz da TEKEL direnişçilerine, itfaiyecilere, Erdoğan'a diklenmeye başlayan emekçilere, 1 Mayıs'ı AKP'ye teslim etmeyen komünistlere, sendika bürokrasisine "yetti be" diyen işçilere borçlu. Hiç abarttığımı düşünmeyin, Kılıçdaroğlu koltuğunu ölümüne kavga eden Yunanistan işçisine borçlu.

Mesajı alanlar aldı.

Bir yol, "haydi CHP"ye şarkısını, otuz küsur yıl sonra yeniden söylemektir.

Biz söylemeyiz, söyleyenlere ya da bu şarkıdan etkilenenlere ise asla kızmayız.

Mücadeleyi yükseltiriz. Türkiye'deki yoksulluk, işsizlik, adaletsizlik Kılıçdaroğlu tarafından keşfedilmedi. Taşeronlukla iyi-kötü yıllardır mücadele ediliyor.

Şimdi tam da çıtayı yükseltme zamanıdır. Bugün yalnız Türkiye'de değil, tüm dünyada tekleyen kapitalizmin açlık ve yoksulluk üreten, gericilik, bağımlılık, faşizm üreten varlığını sona erdirme çağrısını güçlendirme zamanıdır.

"Önce AKP'den kurtulalım" son derece masum bir istek.

"Bu adam bizi AKP'den kurtarır" alabildiğine insani bir umut.

Ama karşılığı yok!

AKP'den kurtulmak kadar AKP'den kurtuluşa anlam katmak da önemli.

AKP'den kurtulmak kadar AKP'nin biçim verdiği siyasal yapıdan kurtulmak da önemli.

Ama "gerçekçi olmak gerekirse…" denecek.

Türkiye solunun, hadi daha somut konuşalım, sosyalist iktidar isteyenlerin azlığı nedeniyle "Kılıçdaroğlu heyecanı"na ortak olmayanlar hayalcilikle suçlanacak…

Sanırım bununla karşılaşacağız.

Alışkınız.

En büyük hayalcilik Türkiye ve dünya gerçeklerine, sınıf mücadelesinin kendini her daim hissettiren gerçeklerine, CHP gerçeklerine, siyaset tasarımcılarının iyot gibi açığa çıkarttığı gerçeklere göz kapatıp ruh teslim etmek değil mi?

Bunları diyebiliriz, yeri geldiğinde deriz de…

Belki, "Kılıçdaroğlu'nu çok sevdiyseniz, ona yapacağınız en büyük kötülük, temeli olmayan bir 'solculuk'la umut pazarlamada kendisine yardımcı olmanızdır" da diyebiliriz.

Ama en iyisi, solun etkisini artırmaya devam etmektir. Gerçek taleplerle, devrimci bir perspektifle, gericilik-piyasacılık-emperyalizm bağlantısını güncelleyerek…

Kılıçdaroğlu heyecanına kapılanlarla kapılmayanlar arasında duvar örülmesine izin vermeden...

(*): Yazıya bir gün sonra notu: Soranlar oldu, "Sosyalizm Bayrağını Meclise Dikelim" Türkiye İşçi Partisi'nin 1977 Haziran Genel Seçimleri'ne girerkenki sloganıydı. Kostik kovası taşıyarak katıldığım ilk afişlemenin sloganını hatırlıyorum da, bu sloganı "reformist" bulup sökmemizi isteyen grubun astığı CHP afişlerinde ne yazdığını hatırlamıyorum. Belki "Umudumuz Ecevit"? Ve bir not daha... Yanlış anlaşılmasın, Türkiye solunun 1970'lerdeki serüveninde TİP'in günahının diğerlerinden az olduğunu düşünmüyorum, zaten bir noktadan sonra tarih bütün günahları birbirine karıştırmıyor mu? Ama güzel, çok güzel slogandı.