Homurtu artı 
hayalet, eşittir…

Portus Cale’ye portakal artık dışarıdan geliyor! Avrupa Birliği’nin, her şeyi güçlü emperyalist ülkelere yontan ekonomi politikaları sonucu, portakala Türkçe gibi bazı dillerde adını veren Portekiz, bir süredir başka tarım ürünlerini olduğu gibi portakalı da ithal ediyor. (*)

Ne ki, Portekizlilerin portakalı düşünecek hali yok. Tarım bitmiş, tersaneler kapanmış, kamuya ait işletmeler çoktan elden çıkarılmış ve bunların bir bölümünde üretim durmuş, ülke gençliğinin yarısı işsizlikle boğuşur olmuş.

Bir toplantı için gittiğim Lizbon’a kasvet çökmüş. Başka birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi insanlar mutsuz, kaygılı.

Tantana ve de şamata ile yola çıkan, bizim buralardakiler dahil, bir kısım solcuyu hipnotize eden, Beethoven’in 9. Senfonisi Neşe’ye Övgü’yü “resmi marş” haline getiren Avrupa Birliği, kimseyi neşelendirmiyor artık.

Bizde bakanların “yalvaracaklar”, “pişman olacaklar”, “yerlerde sürünecekler”, “kapımızı aşındıracaklar” türünden hastalıklı açıklamaları da olmasa, kimsenin Avrupa Birliği ile ilgilendiği yok.

Ama o yapacağını zaten yaptı!

Avrupa Birliği, genellikle “üyelik” açısından ele alındı hep. Türkiye solunun liberalizm belirlenimli unsurlarının “üye olalım fena mı olur” ısrarı nedeniyle, biz de “AB üyeliğine hayır” tavrı geliştirdik. İyi yaptık. Ancak bir emperyalist birlik olarak Avrupa Birliği’ni asıl karakterize edenin, onun “kapitalist sınıfın global çıkarlarını savunan” bir mekanizma olduğu gerçeği unutulmamalı.

Avrupalı işçinin sömürgeci dönemlerden bu yana, başka uluslardan transfer edilen kaynaklardan pay aldığı söylenir. Bu var. Avrupalı işçinin 19. yüzyıldan başlayan kavgasının ürünü olarak ücretlere, çalışma saatlerine, örgütlenme olanaklarına, iş güvencesine yansıyan kazanımlar da var. Bir de Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin emekçi halk için sağladığı muazzam avantajların batılı ülkelerin sömürücü sınıflarını kaçınılmaz biçimde tavize zorladığı gerçeği var.

Sovyetler dağılır dağılmaz, büyük tekeller, kıtanın “ayrıcalıklı” işçi sınıfına karşı saldırıya geçti. “Balayı” bitmişti. Avrupa Birliği’nin emperyalist merkezlerin lehine, zayıf üyelerin aleyhine işleyen mantığı kadar önemli olan, birliğin bir bütün olarak sermaye adına emekçilere yükleniyor olmasıydı. “Emeğin serbest dolaşımı”ndan bir gevşetilip bir sıkılaştırılan “göçmen politikaları”na varıncaya kadar çeşitli yönetmlerle işgücü kaynaklarını zenginleştirerek işçi sınıfına şantaj yaptılar. AB normları adı altında “iş yaşamı”nı kurala boğdular, kaybeden hep işçiler oldu. “Sosyal devlet” neredeyse bitirildi, toplumsal patlama riski nedeniyle daha fazla kemer sıkamayan ulusal hükümetlere “Avrupa Birliği kararları tebliğ” edildi: “Sık bakalım!”

Bütün bunlar, tarımsal üretimdeki büyük yıkım, yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin talan edilmesi, ekonominin mutlak liberalizasyonu, Türkiye’de üyelikten önce hayata geçti. Bizimkilerin “yalvaracaklar” demesi bu yüzden! “Nasıl becerdiniz bu kadar sürede halkı soyup soğana çevirmeyi, bize de anlatın” diye yalvarabilirler gerçekten!

Ama az kaldı…

Avrupa bir kez daha Yunanistan’ı, Portekiz’i, İspanya’sı, hatta daha merkez ülkeleriyle ve de Türkiye’si ile keskinleşen sınıf mücadelelerinin yatağı haline gelmeye hazırlanıyor.

Kapitalizm sıfırı tüketme noktasında.

ABD yıllardır insanlığın karşısına “yeni bir proje” koyamamıştı. Obama’ya atılan cila çabuk döküldü. Avrupa’da ise AB ile yaratılan efsaneden geriye homurdanan milyonlar kaldı. Bir de eski ama hâlâ geçerli formül:

İşçilerin homurtusu + Marx’ın en bilinen eserinin dünyada en çok hatırlanan hayaletli ilk cümlesi = DEVRİM

(*) Dünya dillerinde portakal, yaygın olarak aynı kökten gelen naringa, nareng, orange, orenge, naranja, arancia gibi adlar taşırken, Osmanlı coğrafyasında kalan Türkçe, Yunanca, Azerice, Romence, Bulgarca, Arnavutça ve Makodon dilinde “portakal” ve türevleriyle anılıyor. Diğer dillerde portakal adlandırması, portakalın yalnızca bir türü için kullanılmakta.