Gerilim, iç savaş, sonuçlar ve olasılıklar

Önce iddialardan başlayalım. Bunların sayısız varyantı var, iç içeler, biri diğerinin içinden türüyor, öteki bir başkasının “mutlak gerçek” olarak kabul edilmesinden yararlanarak kendine sahicilik kazandırıyor...

Ama yine de anlamak ve değerlendirmek için bunları ayrıştırmak gerekli.

İddia 1: AKP, TSK’yı hamleye zorlamak için her yolu deniyor. Gözaltıların, tutuklamaların, gizli dinlemelerin asıl amacı orduyu provoke edip, hataya zorlamak ve öldürücü darbeyi indirmek.

İddia 2: TSK’yi provoke etmek isteyen Erdoğan değil, onunla örtülü bir mücadele içine giren cemaat. Cemaatin provokasyonlarından AKP yönetimi de rahatsız, bir “kırılma” anında TSK’yla beraber hükümetin de çökeceğinden kaygı duyuyorlar.

İddia 3: TSK komuta kademesi “provokasyon stratejisi”ne bütünüyle vakıf, bu nedenle zamanı iyi kullanmaya, hata yapmamaya çabalıyor. Sürekli geri adım atması ve karşı tarafın birçok hamlesine yanıt vermemesi, her hamlenin karşı tarafı zayıflattığı, onu hataya zorladığına dönük bir kanaatin ürünü.

İddia 4: Uzun süredir iki taraf arasında sürmekte olan savaş giderek keskinleşiyor ve kaçınılmaz hesaplaşmaya doğru yaklaşılıyor.

İddia 5: TSK komuta kademesi ile AKP hükümeti arasında sınırları iyi çizilmemiş bir mutabakat yürürlükte. Ordu kendi içindeki “farklı” eğilimlerden kurtulmak için hükümetin hamlelerinden yararlanıyor. Mutabakatı mümkün kılan güç ise Amerika Birleşik Devletleri.

İddia 6: TSK içindeki “farklı” eğilimler komuta kademesinin AKP ile mutabakatını bozmak için onu zor durumda bırakacak girişimlerde bulunuyorlar. Bu girişimler kamuoyuna AKP’nin inisiyatifi dışında yansıyor ama bir kez yansıdıktan sonra hükümet adım atmak zorunda kalıyor.

Bugün bu noktada durabiliriz. Kimse, bu iddiaların bütünüyle hayal ürünü olduğunu, komplo üretim merkezlerinden piyasaya sürüldüğünü söyleyemez. Fesat, birincil siyaset aracı haline geldiyse, sistematik operasyonların yürütüldüğü tartışılamayacak bir olguysa, bu iddialara “hikaye bunlar” diye yaklaşmak sorumsuzluk olur.

Bununla birlikte, bir Marksist’in ülkedeki gelişmelere bu iddialardan herhangi biri ya da birkaçını merkeze koyarak yaklaşmasının hiç de sağlıklı olmadığı açık.

Daha önce de birkaç kez yazma gereksinimi duymuştum, bu tür dönemlerde sıcak gelişmelerin yarattığı baskıyı hafifletmekte yarar var. Bazen, tutulan bir parçaya ilişkin “altın kavrayış” bütünü kavramaktan iyice uzaklaştırabilir insanı.

Kimi durumlarda müneccimliğe varan “model”ler kurarken, bu ilginç dönemde en uçuk gözüken “model”i dahi bayağı gerçekçi hale getirecek ölçülerde veri enflasyonu yaşandığını da unutmamak gerek.

Bir Marksist ya da devrimci bir hareket kendisine “model” beğenmek ya da kendi “model”ini kurmak yerine, dünya ve Türkiye’de hangi dinamiklerin baskın olduğunu, emperyalizmin ve burjuvazinin temel yönelimlerini bilimin ve stratejik siyasal tercihlerin ışığında belirlemek ve buradan sağlam-tutarlı bir pozisyon üretmek zorundadır.

Gündelik gelişmeleri yerli yerine oturtmak, onlara hızlı yanıtlar verebilmek ve konumlanışa ilişkin gerekli düzeltmeleri yapabilmek için mutlaka öngörülerde bulunmak, modellemelere gitmek, yukarıdaki türden iddiaların her birini titiz bir filtreleme işleminde tabi tutmak elbette gerekir.

Bunun önkoşulu, Marksizmin bugüne kadar yaşayan ve rüştünü ispatlayan teorik temellerine daha fazla yaslanmaktır. Heyecan verici, şaşırtıcı ya da dehşet verici “yeni olguları” anlamak ve anlamlandırmak için...
Bunu yaparsanız, öngöremediğiniz gelişmelerde de ayakta kalır, hızlı yanıtlar üretmenin yolunu bulursunuz. Çünkü Marksizmin teorik temelleri ortalamacılığı, siyasette risk almamayı, uçları törpüleyip bir halta benzemeyen konjonktür analizlerini değil, yaratıcılığı ve cesareti besler.

Yukarıda yer verilen iddialara ve benzerlerine bu gözle bakılmalı. Bunlar kendi başlarına değer taşımayan, bu halleriyle devrimci bir analiz ve konumlanışa geçit vermeyen vargılardır. Ama bunlar sayısız gerçek olguyla harmanlanmıştır ve gerçek olgulara sırt dönerek de devrimcilik yapılmaz.

Kendi adıma birçok kez bu iddialardan bazılarına yakın değerlendirmelere yazılarımda yer verdiğim için bir pişmanlık filan duymuyorum. Ne kadar becerebildiğimden bağımsız, onları mümkün olduğunca sağlıklı bir bağlama yerleştirmeye çalıştığımı söyleyebilirim. Doğal olarak kimi iddialardan özellikle uzak durmaya da çalıştım, gerçeklikle temasları çok zayıf olduklarını düşündüğümden ya da bütüne ulaşma konusunda sıkıntı yarattıklarından...

Ancak son gelişmelerle birlikte bu iddiaların bir bölümüyle yakından ilintili bir değerlendirme yapmak sanırım gerekiyor. Güçlenen ve zayıflayan eğilimleri bulup çıkarmak, pek üzerinde durulmayan başlıklara dikkat çekmek için...

1. Bugün devlet içinde sürmekte olan mücadelenin tarafları arasında açık bir asimetri göze çarpmaktadır. AKP’de cisimleşen koalisyonu, kendi içindeki bütün renklere karşın, belli bir programla tanımlamak mümkündür. Bir program fikri abartılı gelse bile Amerikancılık, AB’cilik, piyasacılık, Yeni Osmanlıcılık, laisizmin tasfiyesi gibi unsurların birleştirici gücü hafife alınamaz.

2. Diğer tarafta büyük bir curcuna söz konusudur. AKP ile mücadele konusunda istekli devlet kadrolarının büyük bölümü ama yürekleriyle ama akıllarıyla Amerikancıdır ve bu ülkeye dönük duyguları en fazla “kırgınlık” noktasına gelmiştir. Avrupa Birliği üyeliğini bir stratejik doğrultu olarak savunanların sayısı da az değildir. Bu çevrelerde “serbest piyasa ekonomisi”nin seçeneksizliği genel kabul görmüştür. Geleneksel “halk” fobisi, piyasaya dönük bu şartlanma ve somut sınıfsal bağlar onları emek-sermaye çelişkisinde de belli bir duruşa sabitlemiştir.

3. Bu ideolojik-siyasal tercihlere karşın, AKP karşıtı devlet kadrolarına bu kadar yaygın Amerikan karşıtlığının, AB düşmanlığının yakıştırılabilmesi bu kesimin içinde gerçekten böyle olanların etkisinden çok, AKP’nin gücünü emperyalist ülkelerden almasının ürünüdür. ABD ve Avrupa Birliği’ne sistematik tavır alanların varlığı yadsınamasa da, onların belirleyici bir ağırlığa sahip olmadıkları ve olamayacakları açıktır. Kamucu eğilimlere sahip devlet kadroları için de aynısı söylenmelidir.

4. Görünenle gerçek arasındaki bu mesafe, devlet içindeki AKP karşıtlığını programatik açıdan neredeyse sıfırlamaktadır. Bunların projesi yoktur, artık kendi başına bir değer taşımayan cumhuriyetin kuruluş felsefesinden de ne anladıkları belli değildir.

5. Az çok programı olan, belli bir projeye yaslanan bir koalisyonla, ne istediği belirsiz bir toplamın mücadelesi, toplumu da taraflaşmaya iten bir “savaş” halini almamaktadır. Bu anlamda, bugünkü gerilimlere dönük giderek yaygın bir biçimde kullanılmaya başlanan “iç savaş” adlandırmasına ciddi rezervler koymak gerekir.

6. AKP karşıtı devlet kadrolarının asıl tutkalı “laiklik”tir. Halkçı temelleri olmayan, dinsel kurumların sınıfsal tahakküm mekanizmalarında üstlenmiş olduğu tarihsel role ve bugün üstlenmekte olduğu yeni rollere ilişkin kavrayıştan yoksun bir laikliğin anlamlı olup olmayacağından bağımsız olarak, bu tutkal üzerinde düşünülmelidir.

7. “Laiklik” aynı zamanda toplumda oldukça önemli bir saflaşmanın yaygın kodlamalarından biridir. Bir başka deyişle, devlet içindeki mücadelenin toplumsal karşılık bulabileceği neredeyse tek başlıktır.

8. AKP eliyle sürdürülen operasyon, hemen bütün diğer başlıklarda karşısındaki sistem içi engelleri aşmış, etkisizleştirmiştir. Örnek olsun, devletin içinde Amerikan karşıtlığının konjonktürel gerekçelerle dahi barınması olanaksız hale gelmiştir. Piyasanın kutsal gücü herkesi hizaya getirmiştir. Ancak “laiklik”in ne olacağı ya da dinin siyasal alanda ve devlette kaplayacağı yerin tayini konusunda belirsizlik sürmektedir. AKP’nin böyle bir derdi olmadığı düşüncesinin hiçbir temeli yoktur. Bu parti ve bağlı bulunduğu koalisyon dinsel kurumların sistem içindeki bugünkü yerleriyle asla yetinemezler. Oysa şimdilik koalisyon, toplumsal bacağı da olan bu başlıkta, sadece denemeler yapmakta ve bu denemelerin kendileri açısından mütevazı kazanımlarını pekiştirmeye çalışmaktadır.

9. Türkiye toplumunun genel hatlarıyla laisist bir konumlanışı besleyen noktalarına dönük sistematik müdahaleler, Aleviler nezdinde yapılan girişimler, Kürt nüfusun seküler kuvvetlerden arındırılmaya çalışılması, solun üzerinde kurulan ideolojik baskı bu başlık açısından da incelenmelidir. Yanı sıra, devletin içindeki “karşıt” kesimin de din konusunda iyice korkutulmaya çalışıldığı hesaba katılmalıdır.

10. Bu tabloda devlet içindeki AKP karşıtlarının tek umudu, ABD ve Avrupa Birliği’ni islamcıları desteklemekten vazgeçirecek yeni projelerin olgunlaşması, bu projelerin, toplumda laisizmi ona yüklenen burjuva anlamın sınırları içinde tepki veren kesimlerin “batıcı” yönelimleri ile buluşmasıdır.

11. Bu anlamda bir “savaş”tan söz edilecekse, ABD nezdinde sürmekte olan bir savaştır bu. Obama’nın Türkiye’yi İslamcı eksenden çıkaracağına ilişkin beklentilerin yalnızca Cumhuriyet gazetesi ile sınırlı olmadığı açık. Bu beklenti çökünce, aynı kesimlerin Bush döneminin bakiyesi neo-conlardan medet ummalarında da şaşırtıcı bir şey yok.

12. Amerikancılık konusundaki savaş ya da rekabetin her iki tarafı da ABD’ye doğru iyice ittirdiği rahatlıkla söylenebilir. ABD yönetiminin ille de AKP, ille de cemaat türünden bir saplantı ile hareket etmeyecek kadar deneyimli, böyle hareket edemeyecek kadar sıkışmış durumda olduğu da unutulmamalıdır.

13. AKP’li dönem, Türkiye’nin Amerikancılığını sağlamlaştırmış, sermayenin hareket alanını genişletmiştir. ABD bu kazanımların toplumsal yaşamın dincileştirilmesi olmadan elde edilemeyeceğini bilir. Ancak bundan sonrası karmakarışıktır ve yalnızca ABD’nin hesaplarından daha fazlasıyla ilgilidir.

14. Rusya’da emperyalist ülkelere olan siyasal ve ekonomik tabiyeti kırmak için 1991 sonrasındaki en kapsamlı girişim hayata geçirilmektedir. Bu girişime ilkesellik ve hele hele anti-emperyalist bir misyon yakıştırılmamalı ama yeni askeri doktrin, Ukrayna’yı terk etmemekteki ısrar ve benzeri politikalar önemsenmelidir.

15. Kafkaslar’da Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki gerilim, hiç kuşkusuz Rusya sorunu ile doğrudan bağlantılı olmakla birlikte, bölgesel çelişkilerden de beslenmektedir ve patlama noktasına çok yaklaşmıştır.

16. ABD Karadeniz’e yerleşmek için birden fazla kapıyı zorlamaktadır ve bu kapıların çoğunu aralamayı becermiştir. Türkiye kapısı ise zayıflamakla birlikte halen açılmamıştır.

17. ABD yönetiminin İran’a ilişkin militarist açıklamaları yalnızca blöf ya da İsrail’i yatıştırma amaçlı değildir.

18. Yunanistan’ın ipini ABD’nin çektiğine ilişkin iddiaların temelsiz olduğu söylenemez. Avrupa Birliği, bu ülkeyle sınırlı olmayan yeni ve öldürücü sorunlarla karşı karşıya bırakılmış, bununla birlikte NATO’nun güneydoğu kanadında, örgütlü işçi sınıfı hareketinin varlığı dikkate alınırsa, ciddi bir zayıflama göze alınmıştır.

19. Irak ve Afganistan’ı da eklersek, bu kadar gerilim yüklenen bir bölgede Türkiye’nin geleceğine ilişkin emperyalistlerin tek bir doğrultuda tasarrufta bulunabileceğini düşünmek saçmalık olur. Türkiye’nin iç dinamiklerine bir müdahalede bulunulmuştur. Ancak bu müdahalenin “bölgesel” boyutları da vardır ve bunları Türkiye’nin iç dinamiklerinden ayrıştırmak neredeyse imkansızdır.

20. ABD’nin İran’a dönük bir saldırısı, AKP’ye ağır bir darbe anlamına gelir. Oysa “AKP karşıtları”nın, batıcı ve hatta laisist bir söylemle böyle bir saldırıya daha kolay angaje olmaları beklenir. Daha açık konuşmak gerekirse, ABD’ye İran konusunda açık çek veren ve Karadeniz’deki çekincelerini kaldıran bir TSK’nın, ABD eliyle yürütülen operasyonların baskısından kurtulabileceği rahatlıkla söylenebilir. ABD yönetiminin böylesi bir hizmet karşılığında “hoca efendi”yi de, Erdoğan’ı da gözden çıkarması ya da koalisyonlarda sürpriz yer değiştirmeleri zorlaması beklenebilir.

21. Yukarıda çizilen senaryonun teorik temelleri her zaman sağlamdı, ampirik olarak ise son gelişmeler ışığında daha fazla ilgiyi hak etmektedir.

22. Böylesi bir gelişme dışında “AKP karşıtı” taraftan etkili bir karşı hamle gelmesi, gerilimin yeni biçimler alması elbette mümkündür. Bunların öngörülemeyen toplumsal sonuçları da olabilir. Hiçbir devrimci strateji bu olasılıkları bütünüyle yok saymamalıdır.

23. ABD’nin kritik bir anda at değiştirme olasılığı, bugün solun AKP’ye karşı konumlanma zorunluluğunu ortadan kaldırmamaktadır. Bugün inisiyatif hâlâ AKP’dedir, üstelik öteki tarafı kendi sonunu hazırlayacak ölçüde ABD’ye doğru ittiren de bir bakıma bu partidir.

24. Bu bağlamda solu devlet içi mücadelede taraf olmaya zorlayan anlayışlar da, solun AKP iktidarına karşı konumlanmasına direnç gösteren unsurlar da mahkum edilmelidir. Solu devlet içi mücadelede taraf olmaktan çıkaracak şey, AKP karşısından emek eksenli, bağımsızlıkçı, aydınlanmacı bir siyasal güç haline gelmektir. Böyle bir güç, yukarıdaki “at değişikliği” olasılığında da Türkiye’nin biricik umudu olacaktır.

25. Gerilimin beklenmedik an ve noktalarda kırılmalara uğraması durumunda, Türkiye solu kendi ilkelerini daha geniş bir toplumsallığa taşımayı, Türkiye işçi sınıfını hem koruyup hem de onun ileri doğru atılmasını sağlayacak zemini yaratmayı hedeflemelidir. Bu da gelişmelere “soğuk” ve “uzak” durarak, harekete geçen toplumsal kesimlere “eşit uzaklık” tarifiyle yerine getirilemez. Solun evrensel ilkeleri ve sınıfsal bir perspektif, en karmaşık ve kaotik ortamlarda bile nasıl konumlanılacağı konusunda yeterince güçlü girdiler yapacaktır. Yeter ki, önümüzdeki zaman bugünkü gerilime olmadık anlamlar yükleyerek çarçur edilmesin, AKP sevdalıları solun dünyasından kovulsun ve bağımsız bir emekçi halk hareketi için kollar sıvansın.