En büyük suç örgütü

Gülen Cemaati devleti ele geçirmiş. Öyle diyorlar. Ortaya çıkan tablo, cemaatin biraz da devletin kendisi olduğunu gösteriyor, “ele geçirme” bu durumu karşılamıyor. Karşılayamaz da. Gerçek bunun tamamen tersi.

Cemaatin neden ve nasıl etkisini artırdığına ilişkin epey söz söylendi, söyledik, bunları burada tekrar etmeyeceğim.

Ancak sorunu baş aşağı çevirip şu sorunun yanıtına odaklanacağım: Devlet nedir, kimdir?

Marksistler devlete hangi mekanizmaların sınıfsal karakter verdiğine, devletin egemen sınıfa nasıl hizmet ettiğine, devletin bu hizmet sırasında kendine özerk bir alanı hangi ölçüde yaratabildiğine, sınıfların ortadan kalkmasıyla devletin bugünkü anlamıyla neden sönümlenip yok olacağına ilişkin çok kapsamlı bir tartışma yürüttü bugüne kadar. Çok değerli bir külliyat var bu karmaşık yapıyı çözmek, anlamak için.

Devlet karmaşık ama bir düzlemde son derece basit. Bugünkü toplumsal gerçeklikten yola çıkarsak, devlet patron sınıfına hizmet eder. Devletin kutsallığına ikna olmamız için onca çaba sarf etmelerinin bir nedeni de bu hizmeti perdelemek, devletin belli bir sınıf ya da zümreyi değil, tüm yurttaşların çıkarlarını temsil ettiği yalanını geniş toplumsal kesimlere yedirmektir.

Peki, “kutsallık” aynı zamanda devletin süreklilik arayışı ile ilgili değil midir? Örneğin biraz da bu sürekliliğe işaret etmek için vurgulanan “devlet aklı” denen olguda belli bir gerçeklik yok mudur?

Kavramlar önemlidir. “Devlet aklı”na olumluluk atfedilir, “derin devlet”e olumsuzluk! İkide bir NATO ve CIA’ya küfredip, ABD demokrasisini yere göğe sığdıramayanların da yaptığı budur. Derin devlet kötücül bir kurumsallaşmaysa, “devlet aklı” da öyle olmalıdır. CIA’dan nefret edip Obama yönetimine tapınmak, anlaşılmaz, ahmakça bir tutumdur.

Şimdi, şu “devlet aklı” denen ve bugünlerde üzerinde yeniden durulmaya başlayan kavrama içerilmek istenen anlama yakından bakalım. Ve geneli bırakıp, özele, Türkiye Cumhuriyeti’ne odaklanmaya çalışalım. “Devlet aklı” derken, 1923’ten beri bu ülkede, her ne olursa olsun, tutarlılığını her durumda koruyan, değişen koşullarla cumhuriyetin kuruluş felsefesi arasındaki bağlantıyı yeniden ve yeniden kuran bir çekirdek kastediliyor. Kimileri bunu dar bir ekip olarak resmediyor, kimileri en üst kademedeki görevlileri de içine alan “aşılamayacak” bir işletim sistemine işaret ediyor. Bir dönem “devlet aklı”nın TSK’da cisimleştiği düşünülürdü, 15 Temmuz’la birlikte o efsaneye son darbe de indirilmiş oldu.

İşin aslı, “devlet aklı”, sermaye egemenliğinin ve bu egemenliğin dünya sistemine eklemlenmesinin sürekliliğini sağlayan mekanizmaların toplamından başka bir şey değildir. Bu sonuca, sürekliliğin konusundan hareket ederek de ulaşırız. Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca hükümetler değişmiş, darbeler gerçekleşmiş, toplumsal hareketlenme ve kalkışmalar yaşanmış ve siyasal alan genel olarak istikrarsız, sürprizlerle dolu bir görüntü vermiştir. Ancak her durumda ve örnekte büyük sermaye, tekellerin iktidarı, patron tayfasının çıkarları gözetilmiştir. Kapitalizm krizden kurtulamaz, kendi iç çelişkilerinden ne ulusal ne uluslararası ölçekte arınamaz, bu anlamda hep dertlidir ama bu sermaye egemenliğinin doğal durumudur. Tarihimiz boyunca patronların borusunun öttüğü gerçeği değişmemektedir.

Devlet aklı budur. Derin devlet ise, sermaye egemenliğinin sürdürülmesi için aslında baştan aşağıya adaletsiz olan yasal düzlem yetmediğinde devreye sokulan olağanüstü mekanizmalardır.

Yani…

Kimse boşuna uğraşmasın, devlet aklı da derin devleti de mistikleştirmenin bir anlamı yok, gerçek bütün pornografisiyle karşımızda durmakta: Sermaye!

Fethullahçılar ya da ulusalcılar ya da batıcı kemalistler ya da liberaller, hiç fark etmiyor, farklı ideolojik-siyasal yönelimlere sahip asker-sivil bürokrasinin belli dönemlerde kendisini “devlet aklı”nın asıl sahibi olarak görmesi hem kaçınılmaz hem de bir noktadan sonra değersizdir. Egemenliğin sınıf karakterine, devlet de dahil olmak üzere, müdahale eden bir devrim olmaksızın devletin, bürokrasideki ağırlıklı yönelimin tercihlerine göre rota değiştirmesinin sınırları vardır ve özellikle belli bir andan değil de süreçlerden söz ediyorsak, evet hep sermayenin düdüğü öter.

Bugün, darbe girişiminin bir ay kadar sonrasında, bu söylenenler özellikle önemlidir. “Devlet aklı”nın Fethullahçıların küresel güçler tarafından kullanıldığını söylemekte olduğunu görüyoruz. Daha doğrusu, “devlet aklı”na bu önermenin yakıştırıldığına inanmamız isteniyor. Bir açıdan doğrudur, bir açıdan tamamen yanlış.

“Küresel” kodlaması, Türkiye’nin yerleşik güçlerinden Nurculuk ile onun “modern” türevi olan Fethullahçılığın ülkenin iç dinamiklerine “yabancı” bir unsur olarak gösterilmek istenmesinin sonucudur. Oysa Türkiye’de Fethullah ne kadar “küresel”se, bugün “milli güç” kuyruğuna giren sermaye adına ne varsa onlar da o kadar “küresel”dir. Doğan grubuyla Fethullah Gülen arasında uluslararası tekellerle bağlantı açısından bir karşılaştırma yapmak kadar ahmakça bir şey olabilir mi?

Bize deniyor ki, cemaat doğrudan bir CIA operasyon aygıtıdır. Doğrudur, son yıllarda bu daha da belirgin hale gelmiştir ama CIA yıllardır ne halt yemektedir?

Örnek olsun, CNN ne halt yemekteyse onu! Emeğin, onun siyasal temsilcisi sosyalizmin uluslararası alanda bastırılması, hatta yok edilmesi; temel hedef budur.

Bu kez denecek ki, CIA yalnızca uluslararası tekellerin değil aynı zamanda özel olarak Amerikan emperyalizminin çıkarlarını savunmaktadır ve bu söylenen de yüzde yüz doğrudur.

Ancak o zaman şunu sormak gerekir, ABD emperyalizminin çıkarlarını savunduğu apaçık olan askeri, ekonomik, siyasal, kültürel kurum ve mekanizmaların Türkiye’deki etkisi nereden kaynaklanmaktadır? Somut olarak Fethullah Gülen’in TSK’dan polise, yargıdan diplomasiye, eğitimden sağlığa, sanayiden ticarete uzanan şebekesini Amerikan ajanları mı yoksa kapitalizm bataklığı mı başımıza bela etmiştir.

Fethullah ya da benzeri şebekeler Küba’ya da sızmaya çalıştı, buna ne engel oldu? Elbette ki Küba’daki toplumsal sistem!

Evet, birbirimizi kandırmayalım, cemaat Amerikancıdır, CIA’nın operasyonel aracıdır ama onun gücü sermaye sınıfımızın doymaz kâr hırsından ve kendi egemenliğini sürdürme çabasından gelmektedir.

15 Temmuz’da devlet epey bir sarsılmış, altüst olmuş, hatta bazı kurumları açısından sıfır noktasına düşmüştür ama 16 Temmuz’dan itibaren devletin yeniden yapılanması ya da iktidarın deyimiyle temizlenmesi için başlatılan olağanüstü hale damga vuran TSK ya da yargıdaki tasfiyeler değil, sermaye sınıfına açılan olanaklardır.

Cumhurbaşkanı hayatını son anda kurtarmış, TBMM bombalanmış, binlerce devlet görevlisi tutuklanmış, on binlercesi açığa alınmış ama bakıyorsunuz düzenlemelerin siklet merkezinde patronlar duruyor. Bir ay içinde on yılda yapılamayacak düzenlemeler yapılmış sermaye sınıfı için! Her kararname, Meclis’e milli uzlaşma adına gelen her yasadan piyasanın acımasız saldırısı çıkıyor. Dehşet. Fethullahçı darbeden daha tahripkâr!

Yasal hiçbir dayanağı olmayan ve kısa süre sonra Erdoğan’ın başını ağrıtacak olan “mülkiyete el koyma” ve hukukun askıya alındığı gözaltı-tutuklama furyası sırasında kimsenin ilgilenmediği “ekonomik” tedbirleri ardı ardına geçirterek fırsatçılık yapıyorlar. Geçirterek diyorum, Saray-Çankaya-iş dünyası üçgenindeki trafiği yakından takip edin, hak verirsiniz.

Hükümet kanadı, büyük bir komplonun ardından kendini güvenceye almanın yolu olarak sermayeye koşulsuz hizmeti en garantili yol olarak görüyor.

Devletin yeniden yapılandırılmasında “özelleştirilmiş devlet” perspektifi hakim kılınıyor. Böylece, Erdoğan’ın yetkilerinin arttığına ilişkin kanaat güçlendirilerek kestaneleri ateşten onun alması sağlanıyor ama aynı zamanda Erdoğan’ın da kontrolünü kolaylaştıracak, hatta onu basit bir aktöre indirgeyecek mekanizmalar oluşturuluyor.

Bir suç örgütü suçüstü yakalanıp çarmıha gerilirken, asıl kolektif suç örgütü, sermaye sınıfının kolektif çıkarları doğrultusunda bütün gücüyle bastırıyor, kamu çıkarlarını, emekçinin hakkını bombalıyor, topa tutuyor.

Hemen söylemek gerekiyor, bu bir geçiş devresidir, Türkiye’nin kısa süre içinde yeni hamlelerle sarsılması büyük olasılıktır. Ama sermaye sınıfı kendi çıkarlarını her durumda sağlama almaktadır.

Türkiye’yi tehdit eden işte bu sınıftır. En büyük suç örgütünü, en tehlikeli şebekeyi büyük tekeller oluşturmaktadır.

Televizyonda izleyemediğiniz işte bu suç örgütünün itiraflarıdır. Ablalar, Balyoz’dan haksız yere yargılananlar, itirafçı fetocular, derinler, sığlar, üfürükçü hocalar konuşur ama bir tanesi memleketin su başlarını tutan bu alçak sınıftan söz etmez.

4 Eylül’de Kartal’da bu suç örgütüne karşı da toplanacağız.