Devrimi biz mi çaldık?

"Devrimi Çalınan Devrim" ve "Ortadoğu'da Devrim Filan Yok" başlıklı yazılarımda Ortadoğu ve Kuzey Afrika'daki gelişmelere değinmiş, "devrim" olarak adlandırılmakta neredeyse küresel bir konsensus yaratmış olan "halk hareketleri"nin neden "devrimci bir dönem"e işaret etmediğini, ABD'nin bu sürece sanıldığından daha hazırlıklı girdiğini, sürecin bir coğrafyanın uluslararası tekeller tarafından yeniden yapılandırılmasına doğru gittiğini anlatmaya çalışmıştım.

Her yazının bir amacı vardır yazar kendi derdine düşmemiş, yazıyı bir var olma aracına dönüştürmemişse, elbette müdahale etmek için yazar.

Her iki yazıyı da, etrafı kaplayan iyimserliğin kontrolden çıkmaya başlaması, gerçekliğin yalnızca bazı unsurlarına odaklanılarak gerçeklikten uzaklaşılması üzerine hazırlamıştım.

Bütünüyle hak verenler oldu, bu saptamalar için geç bile kalındığını söyleyenler de… Farklı siyasal eğilimlerimiz olmasına karşın, düşüncelerine değer verdiğim bazı dostlarımdan bu sonuçlara ulaşmak için henüz erken olduğu uyarısını aldığım gibi, bütünüyle farklı görüşler de dinledim.

Her fırsatta hakaret edenleri saymıyorum.

Onlarla dünyalarımız farklı…

1989-91 karşı-devrimlerine "devrim" demişlerdi.

Yugoslavya'nın parça parça edilmesine "devrim" demişlerdi.

AKP dönüşümlerine de "devrim" diyorlar.

"Devrim"i tartışacak değiliz onlarla!

Tartışacağımız emperyalizmin, uluslararası tekellerin, gericiliğin, bir bütün olarak sermaye sınıfının nasıl geriletileceği, tarihin bir kez daha hızlı aktığı bir dönemde devrimci olanakların nasıl değerlendirileceğidir.

Bu bağlamda, dünkü yazıma okurlardan gelen eleştiri ve soruları da kısmen yanıtlayarak devam etmek istiyorum.

Tunus'ta başlayan ve Mısır'la devam eden gelişmelerin bir devrimci duruma işaret ettiğini zaten daha önce yazmıştık. Bunu sürekli tekrar etmek gibi bir zorunluluğumuz olmamalı. Nasıl "emekçi halkın iktidarı için devrimci bir örgütlenme gerekir" önermesi, her harfiyle doğru olmasına karşın sürekli tekrarlanmıyorsa, Arap halklarının kalkışmalarının bir devrimci enerji barındırdığını da sürekli tekrarlamak gerekmiyor.

Bu nedenle "devrimi çalınan devrim" demiştim.

Bunu eski Sovyet cumhuriyetlerindeki "renkli devrim"ler için dememiştik örneğin. Orada bir devrimci enerji filan yoktu, düpedüz sentetik "hareketler"di, piyasacı, NATO'cu müdahalelerin önünü açan.

Arap halkları ise yoksulluğa, yolsuzluklara, zorbalara, yasaklara karşı yıllardır biriktirdikleri öfkeyle sokağa çıktı, konvansiyonel yöntemlerle kontrol edilemeyecek bir rüzgar yarattı. Karşılarına aldıkları iktidarların kokuşmuş ve halk düşmanı karakteri bu halk kalkışmasına sarsılmaz bir meşruiyet sağladı.

Bu aşamada, hele hele Mısır'da işçi sınıfı grev ve işgallerle sürece dahil olmuşken, devrimci bir perspektifin "diktatörlere karşı ayaklanma"da belirginleşmesini ummak, bu doğrultuda yapılabilecek bir şey varsa onu yapmak, dünyadaki her devrimcinin göreviydi.

Uyarmak, önlem almak, tehlikelere işaret etmek de…

İşin bu kısmı tamamen bir kenara atıldı.

"Ortada bir devrim yok" dediğimiz için gelişmeleri ve söz gelimi Arapları küçümsediğimizi söyleyenler aslında tam da Avrupa merkezci bir bakış açısıyla, bu coğrafyanın "devrimi"nin ancak bu kadar olacağını ileri sürmüş oldular.

Herkes "devrim" diyor. İsrail basını "Arap devrimi bir fırsat olabilir" diyor, Bayan Clinton, "devrimi koruyun" diyor, uluslararası iletişim kanallarının tamamında "devrim" güzelleniyor.

Bu kadar mutabakat olursa bir gelişmeyi adlandırmada, oturup düşünmek gerektiğini lise yıllarında, siyasi bilinçlenmemizin daha başlarında öğrenmiştik.

Henüz süreç noktalanmadı ama halk ayaklanmalarını peşin peşin "devrim" diye selamlamayı zorlaştıran gelişmeler yaşandı oysa…

Her şeyden önemlisi, ABD'nin sürece sanıldığı kadar hazırlıksız yakalanmadığı ortaya çıktı. Evet, bir toplum mühendisliği ile halk hareketi yaratmamışlardı ama eski müttefikleri olan gününü doldurmuş diktatörlere karşı başlaması muhtemel bir hareketlenme öncesinde sağlam bağlantılar kurmuş, bazı siyasi hareketlerle temasa geçmiş, kimi güvenilir unsurlara misyon yüklemişlerdi. Bütün bunlar "devrimci bir irade"nin gelişmesini engelleyecek kadar etkili oldu.

Dahası, Amerikan yönetimi, gelişmeleri uzun süredir hesabını yaptığı bir yeniden düzenlemenin genel çerçevesinin içine yerleştirebilecek netliğe sahipti, o bu netlik doğrultusunda girdiler yaparken bunu bozacak bir karşı ağırlık yaratılamadı.

Neydi bu yeniden düzenlemenin yıllardır vurguladığımız ana unsurları? Arap dünyasında Sünniliğin işbirlikçiliği açıkça ortaya çıkan aktörler tarafından temsiline son verme, İslamcı bazı siyasi hareketleri sistem içine entegre etme, İsrail merkezli politikalarla yetinmeme, piyasanın toplumsal tabanını genişletme...

Öbürü sürdürülebilir olmaktan çıkmıştı gerçekten de…

Hastalığın da kemirdiği itibarsız Hüsnü Mübarek, 50 yıl öncesinin davranış kalıplarına sahip Bin Ali, tavizkar ama ayarsız Kaddafi… Bunlara Suudi ve Ürdün krallıklarını ekleyin… Sürdürülemezdi...

Değişim için kolların sıvandığını, Türkiye, Irak, Filistin ve Lübnan başta olmak üzere, yeni bir yön tayin edilmeye çalışıldığını herkes biliyor. Soros solcuları bunu bir ilerleme olarak değerlendiriyor, bizse yeni bir emperyalist operasyon...

Son olaylar ABD'nin yol aldığının kanıtıdır. "Araplar Amerika'yı sevmez"di, Kaddafi'yi saymazsak her yerde devrilen ya da devrilmeye çalışılanlar Vaşington'un has adamıydı, velakin onları süpürecek süreçte ABD karşıtlığı minimal düzeyde kalmaktaydı!

İnsanların bir an önce diktatörlerinden, zalimlerden kurtulmak istediklerini, bu bağlamda çok somut ve dar bir çerçevede hareket etmek durumunda kaldıklarını söyleyebiliriz elbette. Ama unutulmamalı, bu coğrafyada en somut, en kolay ifade biçimidir "Amerikan karşıtlığı"…

Bu makul düzeylerde kaldıysa eğer, ABD'nin yıllardır İslami siyasi hareketlerin ıslahı için yürüttüğü faaliyetlerin boşa gitmediği söylenebilir.

Dileyen, Tunus ve Mısır'ın ardından Libya sayfasının açılmasını tek başına "devrimci dalganın yayılması" olarak görebilir. Oysa buraya ABD'nin ve sonrasında Avrupalı dostlarının eli değmiştir. Emperyalistler elbette her şeye muktedir değildir ama onu yenmek, onu geriletmek için, onun varlığını önemsemek, en önemlisi uyanık olmak gerekir.

Tunus ve Mısır'da "tarihsel bir değişim", Libya'da "emperyalist müdahale" saptamaları da bu nedenle bana fazlasıyla mekanik geliyor. Örnek olsun, Chavez'in bir anda "dış müdahale"den söz etmeye başlaması, Kaddafi'ye sahip çıkması sağlıklı bir yaklaşım olmasa gerek. Sürecin bir bütünlüğü var, Mısır'da olanlarla Libya'da olanlar birbirinden koparılamaz, ayrıca Kaddafi'nin diğerlerinden farkı kesinlikle abartılamaz. (Bu arada yorumu yayınlanan bir okurumuz, artık bende bıkkınlık yaratan bir üslupla Kaddafi'ye, Mübarek'e "ilerici" dediğimi ileri sürmüş. Yazık… Sola bu yöntemleri bulaştırdılar bir biçimde…)

Peki mesele yalnızca emperyalistlerin süreci kontrol etme yeteneğinin hızla artması mı?

Bir devrimden söz etmemizi sağlayacak "iktidarın sınıf temelli el değiştirmesi" ne olacak? Buradan kastedilen emekçi kitlelerin "el koyuyorum ha" dediği bir moment değildir, burada kastedilen, öznel olarak olmasa bile, nesnel olarak iktidarın sınıf karakterini değiştirecek bir iradenin kendini hissettirmesidir.

Bu soruya yanıt Kahire'de aranmalıdır.

Çünkü kim ne derse desin, bütün bu gelişmelerin kritik ülkesi ne Bahreyn, ne Yemen, ne Tunus, ne Libya'dır ekseni belirleyecek olan Mısır'dır.

Mısır'da ne olmaktadır?

Mısır'da eski devlet aygıtı olduğu gibi durmakta ve bir yumuşak geçiş için önlem almaktadır.

Kontrol Amerikancı ordudadır.

Cumhurbaşkanlığı için en önemli iki aday Mübarek döneminden gelmekte ve ABD yönetimine yakınlıklarını gizlememektedir.

Müslüman Kardeşler, Özgürlük ve Adalet Partisi adıyla partileşmekte, diğer İslamcı hareketler ve liberal örgütlenmeler de sıraya girmektedir.

Mısırlı kapitalistler ve uluslararası tekeller, halk kalkışmasının yarattığı depremin yaralarını sarmak, kapanan borsanın değer kaybını telafi etmek için derhal kolları sıvamış, ülkenin geleceğine ilişkin "tasarım" faaliyetlerine ağırlık koymuşlardır.

Bu bir "devrim" olabilir mi?

İşçi sendiklarının hareketlenmesi, göstericilerin kurulan geçiş hükümetindeki bazı bakanları istifaya davet etmesi, evet bütün bunlar da var.

Ama bir devrim için bunlar yetmiyor.

Denecek ki, bu bir süreç, kimin kazanacağı belli olmaz. Ben gidişata işaret ediyor ve olup bitenlere kestirme yoldan "devrim" diyenlere itiraz ediyorum.

Bir bölümünün devrimden anladığı tam da budur: 21. yüzyılda emperyalizme, kapitalizme ilericilik yakıştırırlar.

Bense liberaller, dönekler için değil aşırı iyimserler için yazıyorum temelsiz olunca iyimserliğin kötürümleştirdiğini bilerek…