“Demokrat” sözcüğünden neden tiksiniyorum?

Demokrasi sınıfsal bir meseledir konusunu geçiyorum, Marksizm ama özellikle Marksizm-Leninizm “kimin için demokrasi” ya da “kimin demokrasisi” sorularıyla emperyalist dünyanın sahte “halk iktidarı” kurum ve sembollerinin bütün havasını epeydir söndürmüş durumda.

Evet, halk iktidarı... Etimolojik açıdan tiksinmek bir yana, kutsanması gereken bir sözcük. Biraz yumuşatılmış malum nedenlerle ve yaygın olarak “halkın yönetimi” biçiminde kullanır olmuş bizde. Oysa kratos, bugün “güç” ve “iktidar” kavramlarının birçok dilde birbiriyle örtüşmesinin yolunu açan sözcük...

İktidar olan hiçbir yerde “tam demokrasi” olmaz, bunu Marksistler söyler, en gelişkin demokrasinin sosyalizmde yaşama geçeceği iddiasıyla...

İddianın nicel boyutu, “iktidar”ın arkasına aldığı, çıkarlarını savunduğu nüfus bölmesinin o ana kadarki “demokrasi”lerden çok daha büyük olmasıdır. Çok basit, bugün 18 yaşına bastığından dolayı sahip olduğu şirkette imza yetkisini de kullanmaya başlayan Cumhurbaşkanı’nın oğlundan mı daha çok var, direnişçi TEKEL işçisinin ölen kızından mı? Gemicikleri oynayan Bilal'oğlan mı sayıca fazla, yalın ayak dolaştığı sokaklarda etrafa dehşet saçan bir demir yığınına küçücük bir taş attığı için yıllarca hapis yatmak durumunda kalan Kürt çocuk mu?

Cumhurbaşkanı, Başbakan ve mahdumları, bir tür demokrasiyi temsil ediyorlar, bu doğru. Mehmet Emre Gül, 16 yaşında pederinin nüfuzundan aldığı “iktidar”la hiçbir kısıtlama olmaksızın işlerini görseydi, bu monarşi olacaktı. AKP demokrasisiyle monarşi arasındaki fark bu kadarcıktır.

Burada demokrasi, halkın iktidarsızlaştırılmasıdır. Birkaç on bin ailenin Türkiye’nin her tür kaynağını emperyalistlerle birlikte kendi zenginliklerini artırmak için kullanmasıdır.

Gerisi teferuattır.

Halkın iktidarını isteyen, bu düzene kafa tutandır.

Oysa bugünün “demokrat”ları işçilerin, emekçi halkın bu düzene kafa tutma hakkını ortadan kaldırmak için uğraşıyorlar.

Siz hiç en “solcusu” dahil, bir liberalin, bir demokratın “Türkiye’de bir sınıf diktatörlüğü var” dediğini, buna “demokrasi” adına isyan ettiğini duydunuz mu?

Bilal’oğlanların diktatörlüğüne evet, büyük çoğunluğun iktidarına hayır! Bir de afra tafra, “hâlâ proletarya diktatörlüğünü mü savunuyorsunuz”?

Sosyalizm en gelişkin demokrasidir demiştik, konunun bir de nitel boyutu var elbette. Bugünkü demokrasinin mekanizmalarına bir bakın... “Halk iktidarı” mı görmektesiniz?

Bilinenleri, paranın gücünü, baskıları, kısıtlamaları, barajları, yalanları, çarpıtmaları, yasal düzenlemeleri bir kenara koyalım.

Bugünkü “demokrasi”nin pek beğenilen kuvvetler ayrılığı ilkesine gelelim...

Doğrudur bu ilke, zamanında, burjuvazi tarihteki ilerici rolünü oynarken, demokrasinin alanını genişletti, parlamentoya güç verdi.

Şimdi ise kuvvetler ayrılığı, halkı iktidarsızlaştırmanın aracıdır. Sermaye diktatörlüğü yasamada zorlanınca yürütmeyi devreye sokar, yürütme zayıf düşünce yargıyı göreve çağırır ve bir eğilim olarak “halkın temsilcileri”ni barındıran Meclis’in yetkilerini yürütmeye, yani hükümete devreder.

Dolayısıyla kimilerinin iddia ettiği gibi, kuvvetler ayrılığı, kurumların birbirini denetlemesine değil, iktidarın halktan uzaklaştırılmasına yarar.

Sosyalizm yürütme ve yasama erkini tekleştirir. Yürütme, yasamanın bir uzantısı, bir parçasıdır, halkın iktidarı parçalanmamış, tekleşmiş ve sadeleşmiştir.

Meclis, gerçek bir meclistir, işçisi çoğunluktadır, aydını oradadır, öğrenciler vardır, askeri, polisi, yargıcı da eksik değildir.

Peki siz “asker vesayeti”nin sona ermesi için kahramanca mücadele eden, Genelkurmay Başkanlığı Savunma Bakanlığı’na bağlansın diye çığlık atan her soydan “demokrat”ın, savunma meseleleri parlamentoda enine boyuna tartışılsın, karara bağlansın, askerler de Meclis’e seçilebilsin dediğini duydunuz mu?

Demezler... Bunların topu halkın iktidarsızlaştırılmasını, hükümetin iktidarının pekişmesini isterler. Erdoğan’ın halk tarafından seçilip, halkı temsil ettiğini düşünürler. Bildikleri bu kadardır.

Ama benim tiksinme nedenim daha başkadır.

“Demokrat”ın en iddialı olduğu “özgürlükler” alanına ilişkin tavrı bende mide bulantısı yaratır.

Bunların solcu geçineni “sınıf temelli siyaset yapılmamalı” diyor. Bunu anladık.

O zaman “demokrat” ne yapacak?

Demokrat, Başbakan’ın TEKEL işçisine dönük faşist tavrına karşı çıkamıyorsa işçilerin üzerine “pis” su sıkan emniyet müdürününün yakasına yapışacak! Yapışmıyorsa, bir başka faşist zihniyetin Kürt köylüsüne dışkı yedirmesine ses etmeyecek...

Demokrat, toplumsal özgürlüklerle pek ilgilenmiyorsa, yıllardır yalan ve şantaja dayanarak iktidarını güçlendiren AKP’nin medya-polis-yargı marifetiyle “bireysel özgürlükler”i ayaklar altına alışına “yeter” diyecek! Demiyorsa, darbeden marbeden dem vurmayacak...

Demokrat, “hukuk”un her zaman egemen sınıfın çıkarlarını gözettiği gerçeğini inkar ediyorsa, “her tür” hukuksuzluğun üzerine gidecek, saçma sapan iddianameler üzerinden Türkiye’nin demokratikleşemeyeceğini ilan edecek! Edemiyorsa, 12 Eylül hukukuyla hesaplaşmak gibi büyük lafları ağzına almayacak...

Demokrat, hakkını arayan öğrencinin ailesine “çocuğunuz terörist oldu, üzgünüm” mektubu yollayan rektörü istifaya çağıramıyorsa, insanların kıçına kamera yerleştirip “özel yaşamı” kamulaştırarak “hukuk devleti”ni ihya edenlere “oha” çekecek. Çekemiyorsa, insanların tercihleri, marjinal yaşam biçimleri, homoseksüellerin hakları üzerine konuşup ikiyüzlülük yapmayacak.

Ya da, bizdeki gibi mide bulandıracak...

Mide bulandıracak çünkü, çağımızda emperyalizme ve kapitalizme karşı ilkesel bir karşı koyuş olmaksızın “özgürlük”ler savunulamıyor. İster milliyetçi bir paradigmayla hareket edin, ister liberal... Faşizme meylediyorsunuz...

Faşizm, eli sopalı somutluğunda nefret ve öfke uyandırıyor.

Eli kalem tuttuğunda ise tiksinti...