Çipras, Abdullah Gül, ittifaklar ve Lenin

İzmir’e geldi, 95 yıl aradan sonra bir Yunanistan Başbakanı olarak. Kimse Çipras’ı karşılamadı, kimse heyecanlanmadı, kimse haber değeri bile görmedi. Çok değil bir yıl kadar önce CHEpras’tı o, “bizim çocuk”tu, hükümeti “devrim gibi”ydi ve biz hiçbir şeyi beğenmiyorduk.

Davutoğlu’nun yanında gülümseyip durdu, “ay ne sevimli” diyen de olmadı, kravat da takmamıştı yine hâlbuki. Davutoğlu çok sıkı korunuyordu, protestolardan ürküyordu; 8 Mart’tı üstüne, İzmirli kadının hışmından kaçıyordu. Çipras rahatsız değildi bundan, alışkındı Atina’dan ve artık halk içine pek çıkamamaktaydı. İşçi direnişleri, yürüyüşler sırasında Syriza bakanları pek ortalıkta gözükmüyor, bazı fabrikalarda parti temsilcileri tartaklanıyordu.

Dünyanın bütün Syrizacıları birleşmemiş, Çipras’ı yalnız bırakmıştı. Bir yılda satıvermişlerdi anlayacağınız.

Biz hiçbir şeyi beğenmiyorduk.

Beğenen beğenmiş, sonra bir kenara atmıştı.

Kapitalizm bir tüketim toplumu yaratıyor, siyasetçiyi de böyle kullanıyordu. İnsanlar umudu satın alıyor, kısa sürede fos çıkıyor, malın tapon olduğu anlaşılıyor ve hemen yenisi (ya da eskisi yeniden) piyasaya sürülüyordu.

Biz hiçbir şeyi beğenmiyorduk.

Diktatörün karşısına kimler çıkarılmamıştı ki? Abdüllatif Şener, Mustafa Sarıgül, Fethullah Gülen, Kemal Kılıçdaroğlu, Selahattin Demirtaş, Bülent Arınç, Abdullah Gül…

Beğenmiyorduk.

Ama her defasında popüler kültür kazanıyordu. İnsanlar inanmak istiyordu, kolay yoldan kurtulmak istiyordu, kahramanların peşine takılmak istiyordu.

Beğenmiyor, işin gerçeğini anlatıyorduk.

Geniş bir kesim diktatöre bağlamıştı geleceğini, sırtını; bu bağ çözülmedikçe diğer geniş kesimin arayışı paniğe dönüşüyor, daha kolay kapılıveriyordu önüne çıkarılan seçeneklere.

Sabır işçiliğiydi devrimcilik.

Ama bir de işin, daha doğrusu her şeyin gerçeğini bilenler vardı goygoycular arasında. Çipras rüzgârı eserken azıcık sıkıştırdığımızda “hocam biz de biliyoruz bunları, ne yapıyorsak taktik icabı…” demeye getiriyorlardı.

Türkiye’de ne çok taktik vardı ve biz hiçbir şeyi beğenmiyorduk.

Taktik icabı Erdoğan’ı desteklemişti devrimci taktisyenler; askerden kurtulmak için. Askerden kurtulmak ne anlama geliyordu, şimdi kurtuldular mı sorusunu soramadan Erdoğan’dan kurtulmak için taktikler geliştirilmeye başlandı. Bir ara MHP bile dahil edildi bu taktiklerin içine…

Şimdi umudumuz Abdullah Gül.

CHP taktik icabı Gül’ü tercih ediyor Erdoğan’a. Cemaat “hadi biraz canlan, arkandayız” demekte aylardır. PKK ise hiç lafını sakınmadan “seninle anlaşabiliriz” deyiverdi.

Bütün bunlar taktik icabı.

Herkes birbirini kullanmak istiyor. AKP liberalleri, liberaller AKP’yi; HDP solu, sol HDP’yi; AKP ulusalcıları, ulusalcılar AKP’yi; cemaat CHP’yi, CHP cemaati.

İşte bu noktada açık ve seçik olarak bize devrimci taktisyenler tarafından söylenen şuydu: Devrim diyerek, sosyalizm diyerek siyaset yapılmaz. Siyasetin merkezinde ittifaklar vardır. Siz kendinizle bir ve aynı olanlar dışında herkesten uzak duruyorsunuz, hiç şansınız yok.

Sonra diyorlardı ki, peşine takıldığımız aktörlerin ne mal olduğunu biliyoruz ama bizden bağımsız geniş bir kesim onlara inanıyor. Onları yalnız bırakmamak, hayal kırıklığına uğradıklarında yanlarında durmak gerek. İşte o zaman kitlelerin gönlünü kazanabiliriz!

Taktikle başladık, geldik felsefi bir soruna…

Felsefe paralamadan önce Yunanistan’da insanların hâlâ Çipras’a oy vermelerinden hareketle şunu söylemeliyiz: Hayal kırıklığı her zaman doğruya, iyiye, güzele yöneltmez. Syriza’nın tabanında bir daralma var, ama bugün beş Yunanlıdan en az biri Çipras’a oy verecek, inanmasa da. Çok kızanların bir bölümü ise ırkçılara ya da Yeni Demokrasi’ye yönelmiş durumda.

Çünkü umudu satın almış ve tüketmişlerdi.

Daha küçük bir bölüm ise Yunanistan Komünist Partisi’ne yaklaştı. Tek başına kalmayı ve bir avuç yoldaş parti dışında dünyanın hakaretini yemeyi göze alarak doğruları söyleyen partiye…

Şimdi daha derin meselelere geçebiliriz:

Sosyalizm mücadelesinde cin fikir, parlak buluşlar gündelik-basit manevralarda işe yarar. Ancak iş geniş kitleleri, toplumsal sınıfları, sınıflar mücadelesinin genel seyrini ilgilendirmeye başladığı andan itibaren cin fikirler köylü kurnazlığına dönüşüverir ve zarardan başka bir sonuç vermez.

“Peşine takıldığımız aktörlerin ne mal olduğunu biliyoruz, ama bizden bağımsız geniş bir kesim onlara inanıyor. Onları yalnız bırakmamak, hayal kırıklığına uğradıklarında yanlarında durmak gerek. İşte o zaman kitlelerin gönlünü kazanabiliriz” türünden bir değerlendirme, bir parti aklı değildir; bir kişi ya da küçük grubun fantezisi olabilir ancak.

Bugün kendisine solcuyum diyen hemen bütün öbekler, buna CHP’nin kanatlarını ve HDP’yi de katıyorum, “asıl hedef”e iman ettiklerini ya söyleyecek ya hissettireceklerdir. Asıl hedef devrim olabilir, sosyalizm olabilir, ne bileyim bağımsız devlet olabilir. Herkesin dünyası farklı.

Ama bu hedef gizlenmiş, örtülmüş ve bir üst akıla emanet edilmiştir. Ondan sonrası tufan!

İstediğini yapabilirsin artık. Çünkü o üst akıl sağlama alınmıştır.

Şimdi… Kendimiz açısından durumu değerlendirelim. Bir öncü parti, daha somut konuşalım, Lenin’in geçen yüzyılın başında kapitalizmin başına sardığı tipte bir parti de, kendi tarihsel misyonu ile siyaset pratiği arasındaki gerilim, açı üzerine kurulmuştur. İşçi kitlelerinin siyasetle kurduğu bağ ile sınıfın öncü partisinin hedefleri arasında birebir çakışma olmaz.

Ancak… Lenin’in siyaset felsefesinde hiç “aldatmak”, kendi misyonlarını gizlemek yoktur; dahası, kendi hedefleriyle gündelik pozisyonlar arasında açık-belirgin bir doğrultu ortaklığı vardır.

Köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı demek, devrimci siyaset kültürüne yabancıdır.

Evet, Lenin bir ittifak ustasıydı, lakin müttefiklerini “düşmanımın düşmanı” anlayışıyla belirlemedi. İşçi sınıfının kurtuluşu mücadelesinde, hareketin bağımsız karakterini yok etmeyecek, tersine güçlendirecek ve nihai hedefi yaklaştıracak öznelerden seçti.

Şöyle bir şey yoktu yani: Sol umudunu Kürt siyasetine bağlamış, Kürt siyaseti kendi mantığı içinde Abdullah Gül’e göz kırpmış, sol da Kürt siyasetine tutunduğu için Gül’e alıcı gözle bakmaya başlamış, en azından empati geliştirmiş, sesini kesmiş.

Buna ittifak politikası denmiyor.

Ne deniyordu?