Bir dostun ardından...

Elim gitmiyor, başka bir konuda yazmaya... Çoğunuz tanımıyor biliyorum, özel dostlukların köşe yazılarına konu olmasından da pek haz ettiğimi söyleyemem. Ama başka türlüsünü yapamayacağım, Babis’ten söz edeceğim. Babis Charalampos Angourakis’ten.

Önceki gün kaybettiğimiz Giritli komünistten...

İyi insandan...

Niye öldü ki! Anevrizma deniyor.

Strestendir. Bir süredir milletvekili olarak görev yaptığı Avrupa Parlamentosu’ndan o kadar nefret ediyordu ki, bu ayın 25’inde yapılacak seçimlerde yeniden aday gösterilmek onu fena halde germiş olmalı. “Boğuluyorum” diyordu, son karşılaşmamızda. Avrupalı emperyalistlerin kibirinden, debdebesinden, gösteriş budalalılığından... “Ne arıyorum orada” diye söyleniyordu sürekli, “parti görevi olmasa” ekiyle...

Bütün dünyayı dolaşmış, birçok liderin sofrasına oturmuş, Yunanistan parlamentosunda milletvekilliği yapmış, tam 17 yıl Yunanistan Komünist Partisi’nin Uluslararası İlişkiler Bürosu’nun sorumluluğunu yürütmüştü.

Protokolden, sıfatlardan nefret ederdi, ağzından “ben” sözünün çıktığını duyamazdınız. Yılışık değildi ama dost canlısıydı, inceydi ve de gözüpek. Kıravat-ceket tutkunları için “kim bu adam yaa...” idi yeri geldiğinde engin bilgi ve deneyimini sergileyerek düğme iliklettirirdi tanımayanlara...

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra dünya komünist hareketinin yeniden toparlanması için sürdürülen çabalarda en fazla emeği geçenlerdendi kuşkusuz. Zorlu tartışmaları kimseyi incitmeden ama en devrimci çözümlerle bağlayacak kadar usta bir diplomattı. Sorumluluklarını hakkıyla yerine getirir, üstüne...

Üstüne her işi yapardı dertlenmeden. Afrasız tafrasız. Kimseye yük olmadan, başkalarından yük alarak.

Yük alarak! Doğru sözcük. Politeknik olaylarının yıldönümünde Atina’da düzenlenen bir gece yürüyüşüne yetiştirmek için beni havaalanından doğrudan eylem alanına getirdiklerinde, yanımdaki bavulu kapıp taşımaya kalktığı için birbirimize girmiş, sonra genç yoldaşlarının düşüncesizliğini telafi etmek için bunu içtenlikle yaptığının farkına varıp pes etmiştim.

Yöneticiyim, milletvekiliyim filan yoktu onun için, festival alanlarında bağıra çağıra tişört satardı. İlk başlarda “bu da bir rol mü acaba” dediğim olmuştu. Sonra birkaç yoldaşında daha tanık olunca benzer kumaşa, sordum “nasıl becerdiniz” diye... Güldü, “becerdiğimizi düşünüyorsun” diyerek. Yok, şimdilerde becerildiği inancında hiç değilim, insanlığın düzlüğe çıkması için bildik kahramanlara değil, bir sürü Babis’e ihtiyacı var.

Bir tanesi eksildi işte.

Romanya’da doğmuş, Almanya’nın sosyalist kısmında eğitim görmüştü. Kaç dilde konuşabildiğini kendisi de bilmiyordu. Küba’nın Moskova’daki büyükelçiliğinde verilen bir dost yemeğinde aynı anda altı dilde çeviri yapmaya zorlamıştık ve sonunda kafası dağılıp Yunanca konuşmaya başlayınca bırakmıştık kendi haline.

Türkçe yoktu bildiği diller arasında. Ama Defne’de Sevra Baklacı için düzenlediğimiz toplantıda Nihat Behram’ın konuşmasını dinledikten sonra “sen nasıl bir adamsın, tek bir sözcüğünü anlamamışken, büyülendim resmen” diyecek kadar aşinaydı dilimizin müziğine...

Ha bir de “siktir pilavı”nı biliyordu. Yıllar önce yorucu bir toplantının gecesinde “gel sana bir siktir pilavı ısmarlayayım” dediğinde şaşırmış “bu ne” diye sormuştum. “Senin bilmen gerek” diyordu. Ben siktiri de pilavı da biliyordum ama Babis’in ağzında ne işe yaradığını bilmiyordum açıkçası. Meğer, son içkiye böyle derlermiş, güzel de bir öyküsü varmış Osmanlı’dan kalma bu deyişin...

Meğer Babis’le siktir pilavımızı Hatay’da bir dost sofrasında bırakmışız.

Dostluğumuz da, kocaman bir toplantı masasının ortasında hiç açılmadan duran bir büyük rakı eşliğinde başlamıştı.

Olmadı Babis. Eminim yıllarını verdiğin Yunanistan Komünist Partisi yokluğunu çok hissedecek.

Ayıp olacak ama, biz de!

Hoşça kal...