Alevi ya da Şii devleti de gericiliktir

Kemal Okuyan'ın “Alevi ya da Şii devleti de gericiliktir” başlıklı yazısı 27 Mayıs 2013 Pazartesi tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

Özgürlük siyasetin, insanların etnik ve dinsel kimlikleri üzerinden şekillendiği bir ortamda mümkün müdür?

Soru bu kadar basit.

Yanıtı da…

Siyasetin etnik ve dinsel kimlikler üzerinden şekillenmesi, aynı zamanda toplumların etnik ve dinsel kimlikler üzerinden idari birimlere bölündüğü bir dünya düzenini hedeflemek demektir. Buradan özgürlük çıkmaz. Buradan muhafazakarlık ve gericilik çıkar. Daha da ötesini söyleyeyim, söz gelimi Suriye ya da Türkiye, mezhepsel ayrımlar hesaba katılarak idari birimlere bölünürse, sonuç Sünni bölgelerin tamamen dinselleştirilmesinden ibaret olmaz, Alevi bölgeleri de hızla gericileşir. Kendisini dinsel aidiyetle ya da dinsel çağrışımlı bölünmelerle tanımlayan her yapı hızla gericileşir. Sünnilikle rekabete sürüklenen ve dinsel meşruiyet peşinde koşan Alevilik kendi sonunu hazırlar örneğin…

Bu nedenle millet birbirini boğazlayacağına Suriye’de mezhep temelinde iki ayrı devlet kurulsun, arada Kürtler de üçüncü bir devlet olarak kendi bağımsızlığını ilan etsin demek, bugünkünden daha kanlı çatışmalara davet çıkarmak ve topyekun gericileşmeye onay vermek anlamına gelir.
Din işlerinin siyasi alanın dışına çıkarılması, aynı zamanda dinin devletlerin ve sınırların tanımlanmasında hiçbir rolünün olmaması anlamına gelir ve laiklik bunu da kapsar. Kendini şu ya da bu din veya mezhebe ait gösteren bir devlet, hiçbir biçimde barışçı olamaz. Ne iç politikada ne dış politikada…
Suriye’de Baas rejimi siyasi nedenlerle birçok gruba baskı kurmuştur, etnik toplulukların da özgürlüğünü kısıtladığı, onlara var olma hakkı tanımadığı da olmuştur. Ancak Baas rejimi mezhepsel ayrımcılık yapmamıştır. Baas rejimi, seküler bir tavır geliştirdiği için dinsel referanslarla siyaset yapanlar tarafından eleştirilmiştir. Aynı yalan Türkiye için de geçerlidir. Türkiye’de bir zamanlar inanç ve ibadet özgürlüğünün kısıtlandığı iddiasının gerçeklikle hiçbir ilgisi yoktur. Kısıtlanan ya da kısıtlanır gibi yapılan, din kurumunun yaşamın her alanına müdahale etme alışkanlığıdır.

Bilinmelidir ki, insanlık dinsel, mezhepsel bölünmelerle özgürlüğüne kavuşamaz.

Konunun etnik kimliklerle ilişkili kısmı ise biraz daha karışıktır.

Hep söylediğimiz gibi, uluslaşma süreci, tek başına etnik referanslarla açıklanabilir bir süreç değildir. İleri örneklerden gidelim, tarihsel anlamda çok uluslu Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde bir Sovyet halkının yaratılmakta olduğunu birçok teorisyen ileri sürebiliyordu. Sosyalist Küba, bayağı karmaşık ırksal köklerden beslenen bir Küba nüfusuna yeni tipte bir uluslaşma süreci yaşatmaktadır.

Burjuva devrimlerinin de insanlığa önemli katkıları oldu. Her şeyden önce, ulus devletler, bir ulusun diğer uluslara tahakküm kurduğu idari birimler olarak ortaya çıkmadı. Temeli, özü bu değil. Öte yandan ulusal sorun kapitalizm koşullarında bazı örneklerde çözülemedi, kangrenleşti.
Bugünkü koşullarda insanlığın özgürlüğe etnik kimliklerin belirlediği idari yapılarla ulaşacağını söylemek, burjuva devrimlerinden de geriye düşmek anlamına gelir.

Hedeflenmesi gereken, ulusal tahakkümün, milliyetçiliğin devre dışı bırakıldığı, farklı kültür ve dillerin bir arada gelişebildiği, gelişkin ögelerin önününün açıldığı, arkaik toplumsal ilişkilerin tasfiye edildiği, dinin ise siyasetin gerçekten dışına çıkarıldığı çözümlerdir.
Ulus, milliyet ya da herhangi bir etnik ortaklaşma üzerine kurulan birliklerin insanlığa özgürlük, barış ve kardeşlik getirmesi olanaksızdır.
İnsanlığı köleleştiren neyse ona karşı ortak mücadele birleştirir, kardeşliği geliştirir, özgürlüğe yürüyüşü hızlandırır. Emperyalizme ve sömürüye karşı, bu iki kavramın arkasında duran gerici sınıfa karşı durmak… Bütün mesele bu.