Erhan Nalçacı

Günümüz Cumhuriyetçileri eğer Cumhuriyeti ayağa dikmek istiyorlarsa yurttaşlık haklarını yitirmiş ve emek gücünden başka dayanağı olmayan ülkemiz emekçi sınıf ve katmanlarına gözlerini çevirmek zorunda.

Cumhuriyetçilerin birliği için notlar 2: Yeni bir Cumhuriyet mi?

Erhan Nalçacı

Geçen haftaki yazıda 24-25 Mayıs’ta gerçekleşen Cumhuriyet Kurultayı sonrası Cumhuriyetçilerin birliği için yaptığımız zihin egzersizlerine bıraktığımız yerden devam edelim.

Cumhuriyetçiler Kurultayı sonuçta bir hafta sonu gibi çok kısa bir zaman diliminde toplandı, ancak Kurultay öncesi farklı kesimlerin birbirlerini anlamak için yaptığı görüşmeler kapsamlı ve yoğun bir sürece yayıldı. Bundan sonra çok daha fazla yoğunlaşarak ilerleyecek.

Bu görüşmeler esnasında eğer “Yeni bir Cumhuriyet’e gereksinim var” gibi bir ifade kullanılırsa bazı dostlarımızın şiddetli bir tepki verdiği görüldü. Belki İkinci Cumhuriyetçilerin geride bıraktığı travma, belki ne kadar bozulmuş da olsa eldekini kaybetme korkusu, belki bir miktar muhafazakarlık… “Yeni bir Cumhuriyet değil, fabrika ayarlarına dönmek istiyoruz” söylemi kulaklarda kaldı.

Bu hafta geçen haftaki üç soruya bir üç soru daha ekleyerek bu konuyu irdelemeye çalışalım:

Soru 4: İkinci Cumhuriyetçiler ne yapmaya çalıştılar?

Yeni bir Cumhuriyet fikrini İkinci Cumhuriyet önerisine benzeterek dehşete kapılan dostlarımızı anlayışla karşılıyoruz, çünkü halkımız son 35 yıl içinde ağır bir ideolojik saldırı altında kaldı. Bazı akademisyen, gazeteci ve yazarlar tarafından ileri süren tezler aklını sermaye sınıfına satmış liberallerin arkalarına bir gücü aldıklarında ne kadar etkili olabileceklerini gösterdi.

İkinci Cumhuriyetçiler çok kısaca Türkiye tarihine ilişkin tezler geliştirirken tarihten sınıfsal dinamikleri el çabukluğu ile süpürmeye çalıştılar ve sınıflar üstü askeri-bürokratik merkezin tarihe yayılan bir “vesayet rejimi” yarattığını ileri sürdüler. Böyle bakınca 1908 ve 1923 Devrimleri bir devrim değil, birer darbeydiler. 1908 ve 1923 Cumhuriyet Devrimi 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri ile eşitleniyordu. Nerden kökenlendiği belirsiz darbeci asker ve bürokratlar dini inançlarını sürdürmek isteyen halka karşı zorla laikliği dayatıyor, toplumun gelişmesinin ve özgürlüğünün üstünde sürekli kılıç sallıyorlardı.

Bu sefil numaraya ideolojik olarak karşı koyamazsanız o zaman AKP’nin temsil ettiği “İleri Demokrasi Rejimine” razı olmak zorunda kalıyordunuz. Ayrıca eğer tarihte Osmanlıdan devrimci bir kopuş gerçekleşmediyse Osmanlı seviciliği bu alçaklar sürüsünün diğer bir ideolojik rengi olarak topluma çalınıyordu.

Hem Batı emperyalizmi hem Türkiye sermayesi tarafından desteklenen, sırf etkisini güçlendirmek için Taraf gazetesi gibi medya ortamları yaratılan bu ideolojik saldırının panzehri geçen hafta ele aldığımız Cumhuriyet’e sınıfsal yaklaşımdan geçiyor.

Burjuvazinin Hanedana ve emperyalist bağımlılığa karşı devrime ihtiyacı vardı, 1908 ve 1923 devrimcileri askeri-bürokratik bir diktatörlük için değil, Cumhuriyet’i bir devrimle kurmak için hareket etmişlerdi.

Sermaye sınıfının Cumhuriyet tarihi boyunca ihtiyaçları değişti, farklı sermaye birikim dönemleri, farklı sınıfsal korkular, farklı uluslararası bağdaşıklıklar… Muhakkak dinamik bir süreçten bahsediyoruz, Türkiye işçi sınıfının kendi karakterinde ortaya çıkışı, emperyalist dünyanın gereksinimleri ve sosyalist devletlerin stratejileri hepsi şu veya bu şekilde belirleyici oldu. 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri sınıfsız bir askeri-bürokratik vesayet rejiminin değil, sermaye sınıfının emekçi sınıflardan korkusu ve emperyalist düzenle bütünleşme ihtiyacından kaynaklandı. İkinci Cumhuriyetçiler sermayenin önünde ulusal düzlemde hiçbir engel bırakmamaya ve bütün kamu mallarını yağmalamaya soyunmuş bir sınıfın uşaklarıydı.

Zaten sonuçta 1923 Cumhuriyeti yıkıldı ama yerine bir başka Cumhuriyet kurulamadı. Gördüğümüz şu anda geriye sadece bir sermaye diktatörlüğü rejiminin kaldığıdır.

Soru 5: 1923 Cumhuriyeti kaybedildi mi gerçekten?

Yeniden bir Cumhuriyet inşası fikri için eldekinin kaybedilip kaybedilmediği önemli gerçekten, öte yandan zor bir yöntem sorunuyla karşı karşıya kaldığımız doğru.

Biçimsel olarak Cumhuriyet duruyor sanki. Bütün Cumhuriyetçilerin kabulü olan Lozan Anlaşması’nın tanıdığı ulusal sınırlar her ne kadar Suriye'nin kuzeyinde olduğu gibi fiili olarak değişiklikler gösterse de korunuyor bugün. Anayasanın değiştirilmesi teklif edilemeyen maddeleri henüz duruyor. Hepimizin kritik önemde bulduğu ve Boğazlar üzerinde ulusal egemenliği garantileyen Montrö Anlaşması uygulanıyor. Bu liste uzatılabilir. 

Ancak öze bakınca 1923’ü kaybettiğimizi görüyoruz. 

Cumhuriyet’e karakterini veren Devrim Yasaları fiilen ortadan kaldırıldı. Ülke sermayeleşmiş tarikatların eline kaldı. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın her geçen gün artan yetkileri eğitim başta olmak üzere bütün kurumlar üzerinde dini bir hegemonya yarattı. Laiklik ilkesi olmayan bir Cumhuriyet olabilir mi?

Ya yasa önünde eşitlik? Hani hanedana karşı kazanılan mücadelenin en önemli ilkesi olan yurttaşlık? Sermaye sınıfının açgözlülüğü hemen hemen bütün kamu mallarının, teknik tabirle bütün üretim araç ve nesnelerinin küçük bir azınlığın eline geçmesine neden oldu. 

Nasıl bütün ülke Padişahın mülküyse ve tüm ülke sakinleri tebaasıysa yeniden başa sardık, yeni bir aristokratik sınıf olarak tekelci sermaye ve onun tebaası olan yurttaşlığı elinden alınmış emekçi yığınlar. 

Otoriter bir rejim AKP’lilerin kişilik özelliklerinden değil, son 25 yılda yaratılan yağmaya dayalı sermaye birikim rejiminden kaynaklanıyor.

Parlamentonun bir aksesuara dönmesi, seçilenlerin çeşitli hilelerle görevlerinden alınması ve seçme/seçilme hakkının anlamsızlaşması, sendikalı olmanın fiilen yasaklanması… 

Yasama, yürütme ve yargının sermayenin elinde birleşmesi.

Dış politikanın barışçı ve diğer ülkelerde gözü olmayan Cumhuriyet ilkesinin yerine emperyalist dengelerde yayılmacılığın öne çıkması.

Yeni bir Cumhuriyet derken şu anki sermaye diktatörlüğü yerine Cumhuriyet’i kurmak kast ediliyor.

Ancak şunu dostlarımız söyleyebilir, 1923 Cumhuriyeti düzen unsurlarınca onarılabilir, yani fabrika ayarlarına dönebilir.

O zaman sınıflar üstünden tarihi bir kez daha anlamaya çalışalım.

Soru 6: Cumhuriyeti kurucu sınıf ve yıkıcı sınıf aynı mıydı?

Eğer 1923’ün bir burjuva devrimi niteliğinde olduğunu kabul ettiysek ve arada burjuvazinin egemenliğini sonlandıracak bir eylem olmadıysa, o zaman devrimci ve kurucu sınıf ile karşı-devrimci ve yıkıcı sınıfın aynı sınıf olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.

Ancak zorluk burada başlıyor, hem aynı hem değil.

Her şey sürekli değişir ve devrimci olan sınıf süreç içinde gericileşiyor.

Neyse ki karşılaştırmalı tarih yardımımıza yetişiyor. Kurucu sınıfın gericileşmesi Türkiye tarihine özgü değil, burjuvazi iktidara geldiği her ülkede zaman içinde kendisi çürürken ülkesini de çürütüyor.

Bu sınıfa yaslanarak fabrika ayarları yapılamaz. Nasıl aynı nehirde iki kez yıkanılamazsa bir tarihsel süreçte iki kez aynı şekilde mücadele edilemez.

Bugün Türkiye tekelci sermayesi tüm düzen kurumları, tüm düzen partileri ve kendisine bağlı tüm sömürücü sınıflarla birlikte gericileşmiştir.

Günümüz Cumhuriyetçileri eğer Cumhuriyeti ayağa dikmek istiyorlarsa yurttaşlık haklarını yitirmiş ve emek gücünden başka dayanağı olmayan ülkemiz emekçi sınıf ve katmanlarına gözlerini çevirmek zorunda.