Bugünkü İsrail’in IŞİD’den eksiği yok, fazlası var. Tıpkı IŞİD gibi sözde dini gerekçeler kullanarak katliam yapıyor. Buna ilaveten sömürgeci ve genişlemeci bir politika uyguluyor.
Yukarı, aşağı, daha da aşağı...
Engin Solakoğlu
Geçen hafta yukarıdan gelen tehdit üzerine yazıp çizerken bu hafta yeniden aşağıya geçtik. İsrail Lübnan’a karşı dünya tarihinde benzerine az rastlanacak türden bir dizi terör saldırısı gerçekleştirdi. İsrail’in saldırıları hava bombardımanlarıyla devam ediyor. Bölgeyi izleyen ve benim gibi izlemeye çalışanların ortak kanısı İsrail’in Lübnan’a yönelik bir kara harekâtı başlatmakta kararlı olduğu yönünde. İsrail’in bu konuda bir yandan bir iç tartışma sürdürürken bir yandan da ABD ile pazarlık yaptığı tahmine müsait.
İsrail’in hafta içinde gerçekleştirdiği terör saldırılarının birçok boyutu var. Önce bu işin en cazibe yoksunu ve teknik tarafından başlayalım. Evet, uluslararası hukuk. Fil gibi, neresinden tutarsan o şekilde tarif edebildiğimiz ama yine de diplomaside hep hesaba katılması geren o muğlak kavram.
Ölü sayısı 26’yı, yaralı sayısı ise muhtemelen 3000’i bulan bu alçaklıktan sonra Netanyahu ve çetesi beşuş çehrelerle olaydan duydukları sevinci ortaya serdiler, ABD her zaman olduğu gibi İsrail’in “savunma” ve Hizbullah’ı hedef alma hakkından söz etti ama sömürgeci soykırım örgütü İsrail Devleti bu saldırıları resmen üstlenmekten kaçındı. İşte bunun sebebi uluslararası hukuk.
Artık biliyoruz, uluslararası hukuk, ulusal hukuk sistemlerinin aksine kolluğu olan bir olgu değil. Yaptırım gücü hedef alınan ülkeye, bir de kimlerin o ülkeyi hedef aldığına göre değişiyor. Bunlar doğru ama eksik.
Uluslararası hukukun temel metinleri var. Bunun başlıcası BM Şartı. BM şartı elbette kendi başına dünyanın karşılaştığı karmaşık sorunlara tek tek çözüm önerebilecek bir metin değil. Rolü genel bir çerçeve sunmakla sınırlı. Bu yüzden BM’ye üye devletler ve BM uzmanları zaman zaman özgül konularda çalışmalar yapıp ortaya bir metin çıkartıyorlar. Bunlar yeni bir sözleşme veya mevcutları genişleten protokoller olabiliyor. Bu metinlerin iddiası da belirli alanlarda yeni kurallar getirmek. İşte uluslararası hukukun, ulusal hukuktan ayrıldığı bir nokta da burada ortaya çıkıyor. Bir ülkede bir yasa çıkartıldığında ona o ülkede yaşayan bütün yurttaşların uyma zorunluluğu var. Uluslararası hukukta ise böyle bir zorlayıcılık söz konusu değil. Dolayısıyla BM Sözleşmeleri, Protokolleri hazırlanıyor ve sonra devletlerin imzasına açılıyor. İmzalamak, onaylamak ve o düzenlemenin kurallarına uymak devletler bakımından zorunlu değil. Ancak imzayı bastıktan sonra iş biraz değişiyor.
BM’nin savaş ve çatışmalar konusunda düzenlemeleri var. Bunlardan biri de 1980 tarihli Bazı Konvansiyonel Silahlar Cenevre Sözleşmesi (CCW). Sözleşmenin genel amacı savaşan tarafların sivillere zarar vermelerini engellemek ve buna yol açacak kimi silahların kullanılmasını yasaklamak. Bu Sözleşmenin II. Protokolünün başlığı ise Mayınlar, Bubi tuzakları ve diğer (patlayıcı) cihazlar. Bu protokolün 7. maddesinde o tanıma giren patlayıcı cihazların nerelerde kullanılamayacağı tek tek sayılıyor. Taşınabilir sivil cihazlar da bunların arasında.
Anımsatalım hiçbir ülke bu sözleşmeyi veya ek protokolünü imzalamak zorunda değil. CCW’nin II numaralı protokolü’nü bugüne dek 106 ülke imzalamış ve onaylamış. Daha açık bir deyişle, o metinde belirtilen kurallara uyma yükümlülüğünü üstlenmiş. Bunların arasında Türkiye de var, ABD de, İsrail de...
Uzun lafın kısası İsrail denen suç örgütünün yöneticilerinin gururla sergiledikleri mutluluklarına rağmen eylemi resmen üstlenmemelerinin sebebi bu. İşin gerçeği, kuruluş şartları, kurulma sebebi, o dönemdeki meşruiyet seviyesi bir yana, 2024 İsrail’i, 1948 model İsrail’in üstlendiği yükümlülükleri bile tanımayan bir haydut devlete dönüşmüş durumda. Şimdi o yapıyı desteklemek, işlediği terör suçlarına gerekçe üretmek, yürüttüğü kirli savaşa, askeri veya ticaret yoluyla destek vermek suç ortaklığından başka bir anlama gelmiyor.
Netanyahu çetesinin Lübnan’a yönelik terör saldırısının Lübnan bağlamındaki yankılarını ve olası etkilerini merak edenler değerli akademisyen Nalan Yazgan’ın şu yazısını okumalarını tavsiye ederim. Yazgan önümüzdeki dönemde beklenebilecek jeopolitik gelişmelerin yanında uzun yıllar Beyrut’ta yaşamış, çalışmış bir akademisyen kimliğiyle Lübnan halkının İsrail tehdidine dair duygu ve düşüncelerini de sadakatle aktarıyor.
Ben şu kadarına değinip geçeceğim. Hizbullah bir terör örgütü filan değil. Lübnan’da faaliyet gösteren, silahlı gücü de bulunan bir siyasi parti. Lübnan siyasetinde etkili bir rol üstlendiği gibi, ülke savunmasında oynadığı rol de Lübnan ordusunun çok üzerinde. Bunlar görüş değil, tarihsel olgular. Bugünkü denklemde İsrail’in çekindiği tek bölgesel askeri güç. Nitekim İsrail saldırılarına yanıt vermekte de gecikmedi ve İsrail’in kuzeyini, yanı Lübnan’a komşu topraklarını füze yağmuruna tuttu. Elleri dert görmesin!
Netanyahu ve suç ortaklarının Lübnan’a yönelme sebeplerini sayarken, savaşı genişletme ve uzatma kaygısının yanına bir sebep daha eklemek gerek. İsrail’in yıllar içinde yarattığı bir “normali” var. Halkı buna alıştırılmış. Ordu, Mossad, güvenlik güçleri ve yerleşimciler dört bir yanı ateşe verebilirler ama gündelik hayatın aksamaması şart! Gazze’de okullar bombalanırken, Yafa’da plaj sefası yapabilmelisin örneğin. Ya da Batı Şeria’da eli silahlı yasadışı yerleşimciler Filistin köylerinde her türlü zorbalığı gerçekleştirirken, başka yörelerdeki seralarda üretim devam etmeli, sebze hasadı sürmeli. Filistinli çocuklar öldürülürken, Gazze manzaralı topraklarda “Rave Party”ler verilebilmeli vs.. Bunları sağlayamıyorsan, başka halkların başına cehennemi de çökertsen İsrail halkı gözünde başarılı bir hükümet olmuyorsun. İşte 7 Ekim 2023 saldırısı ve sonrasında yaşananlar o “normali” bozdu. İsrail halkı sirenlerin çalmasıyla sığınaklara koşmaya hep alışıktı ama bu kez durum değişti. İsrail’in soykırımcı saldırısına yanıt veren Hizbullah İsrail’in kuzeyini “yaşanamaz” hale getirdi. Yüzbinlerce İsrailli oraları terk edip ülkenin başka yörelerine gitmek zorunda kaldı. Bir nevi iç göçmen (IDP) haline geldi.
Dünyayı umursamayan, ABD emperyalizmi sayesinde her konuda benzersiz bir cezasızlıktan yararlanan İsrail’i yöneten katil çetesinin karşı karşıya kaldığı en önemli sıkıntılardan biri işte bu. Bilmem kaç bin yıl önce yazıldığı söylenen bir metne göre sözde ilahi gerekçelerle “seçilmiş” olması gereken bir halk, elde bavul, otobüs bekler gibi, evlerine dönebilmeyi bekliyor. Olacak şey mi bu? Filistinli mi bunlar?
Lübnan’da kalıcı bir işgal, bütün Lübnan halkının öldürülmesi gibi seçenekler yakın vadede mümkün görünmüyor. Öyleyse Netanyahu ve çete arkadaşlarının bu sorunu çözebilmeleri için Lübnan’ı Hizbullahsızlaştırması ya da en azından Hizbullah’ı El Fetihleştirmesi gerekiyor. Bunu askeri ve siyasi/diplomatik yolları aynı anda kullanarak, her türlü terör ve şiddet eylemini de ihmal etmeden deneyecekler.
Lübnan’a yönelik aşağılık, canice, uluslararası hukuka ve bu arada İsrail’in imza koyduğu uluslararası sözleşmelere de aykırı bu saldırının üçüncü sebebi ise çok sıradan. Çünkü yapabiliyor. Dünyanın en “ahlaklı” ordusu, çoluğu çocuğu öldürüyor, Filistinli tutsaklara işkence yapıyor, tecavüz ediyor, işgal ettiği bölgelerde Filistinliler’in evlerini yağmalıyor ve bunları sosyal medyada paylaşıyor. Buna karşılık, kendisine “medeni” diyen dünyadan, ABD’den, Avrupa’dan tıs yok. Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Uluslararası Adalet Divanı’da İsrail’in işlediği insanlık suçlarına dair süreçler bizatihi bu “medeni” ülkelerin siyasileri tarafından engellenmeye çalışılıyor. Bu mahkemelere siyasi baskı yapılıyor. İslam alemi denen ülkeler toplamının büyük bir bölümü ise sadece kendi iktidarlarını korumanın derdindeler. Lübnanlılar, Yemenliler veya Filistinliler umurlarında bile değil.
Aksine Türkiye de dahil, bölgemizdeki ülkelerin yöneticileri ve halklarının içinde aklını, vicdanını çoktan kiraya vermiş bir toplam, aklına geleni ortadan kaldırabildiği ve hiçbir kurala takılmadığı için İsrail’e gıptayla bakıyor, bu sınır tanımayan haydutluğa özeniyorlar.
Bugünkü İsrail’in IŞİD’den eksiği yok, fazlası var. Tıpkı IŞİD gibi sözde dini gerekçeler kullanarak katliam yapıyor. Buna ilaveten sömürgeci ve genişlemeci bir politika uyguluyor. İsrail artık bir sorundur ve bu sorunun ortadan kaldırılması, taşıma nüfusun değil ama bölgenin yerlisi Yahudiler ve Filistinliler’in birlikte yaşayabilecekleri bir alternatif için mücadele verilmesi zorunludur.
Son söz de içimizdeki çürümüşlüğe gelsin. Saldırıyı İsrail’in becerisi, savunma refleksi, karşı tarafın zaafları üzerinden değerlendirip sözde diplomatik veya jeopolitik analiz “kasmaya” kalkışanları da ihmal etmeyelim. İktidarın teneke medyası bir yana, kendisini muhalif olarak adlandıran mecralar da bu dönüştürülemez atıklardan geçilmiyor. Eski bir büyükelçi anlaşılması güç bir keyifle, İsrail’in Hizbullah’ı ve bu vesileyle bir kez daha “aşağıladığını” aktarıyor analiz niyetine. Ana muhalefet partisinin önde gelen bir yetkilisi “İsrail, Hizbullah’ı ortaçağa döndürdü, artık güvercin kullanırlar” benzeri herzeler yumurtlayabiliyor bir yandan kendi yaptığı insanlığa yabancı espriye sırıtırken...
Bu NATO sevdalısı atıklar, kravatlı ve traşlı katiller entarili ve sakallıları öldürdüklerinde gizleyemedikleri bir haz duyuyorlar. Halkların değerini, kıyafet ve ten renkleriyle ölçüyorlar. ABD ve Avrupa’daki “şeyhlerinin” izinde, ne Filistin, Lübnan veya Yemen’deki çocukları, ne de İsrail haydutluğunun er geç bir gün kendi yazgısını belirleme gücünü elde edecek Türkiye halkını hedef alacağı gerçeğini önemsiyorlar.
“NATO’ya, CENTO’ya bağlı”, insanlığa çok uzaklar.