Bu hafta Süleymaniye’de izleyeceğiniz gösteri, Londra’da yaratılmış, açıkçası tutarlılık ve sürdürülebilirlik bakımından bir hayli zaafa sahip bir kurgudur.
West End ile Vauxhall’ın farkı
Engin Solakoğlu
Güzel sanatların yedi dalından biri olarak kabul edilen Tiyatro’nun tarihi insanlık kadar eskidir. Yine de bugün bildiğimiz tiyatronun başlangıcı antik Yunan’a dayandırılır. O çizgiden gidersek 2500 yıllık bir sanattan söz ettiğimiz söylenebilir. Diğer taraftan birçok konuda olduğu gibi bu alanda da “Batı odaklı” bir çarpıtma yaşandığı neredeyse kesin gibidir. Zira arkeolojik bulgulara göre Sanskrit tiyatrosu antik Yunan’dan neredeyse bin yıl öncesine tarihlenmektedir. Neyse, biz o tartışmayı konunun uzmanlarına bırakıp yazıya devam edelim.
Tiyatro hayatı anlatır. Hayat gibi güldürür ve üzer. Kimi zaman her ikisini de yapar. Unuttuklarımızı anımsattığı gibi, bildiklerimizi unutturduğu da olur.
Bizim kültürümüzde de tiyatro olmuştur hep. Sonuçta Çin topraklarından Balkanlar’a kadar taşıdığımız bir gölge tiyatromuz var. Metne dayanmayan tuluatımız var. Çağdaş tiyatromuz, anıt eser gibi tiyatrocularımız var. Başka bir deyişle tiyatro ülkemizde kökleşmiş, ciddiye alınması gereken bir sanattır.
Hal böyleyken, tiyatroyu küçümsemediğimiz durumlar da yok değildir. Dilimize yapışmış bir deyim ilk bakışta bu anlayışı yansıtır. Gerçekliğini, sahiciliğini sorguladığımız bir olaya “tiyatro” deyip geçeriz. Tiyatro sanatına gönül verenler haklı olarak bundan alınırlar. Oysa deyimin içerdiği küçük de olsa bir gerçeklik mevcuttur. Tiyatro hayatı anlatır, hayata benzer ama hayatın kendisi değildir. Tuluat dahi olsa kurgu barındırır. Hazırlık ister, dekor ister. O anlamda bakar, küçümseme niyeti taşımadan kullanırsak o deyimde bir hikmet vardır.
Tiyatronun çok önemli olduğu, daha doğrusu kurumsallaştığı, bir sektör haline geldiği ülkeler denince akla ilk gelen örnekler İngiltere, Fransa, ABD’dir. Paris, Londra ve New York en çok tiyatro oyununun sergilendiği kentler olarak biliniyor.
New York, Broadway’de sahnelenen, kimileri yıllarca kesintisiz oynayan müzikalleriyle öne çıkar.
Fransa’da “Comédie-Française”in saygınlığı o kadar büyüktür ki, o kuruma kabul edilen sanatçıların isimlerinin önüne ardına CF’ye dahil olduklarını gösteren bir ifade mutlaka konulur.
Fransa’ya benzer şekilde Britanya’da da tiyatroculuk itibarlı bir meslektir. Yüz milyonlarca dolarlık filmlerde rol alan bir çok Britanyalı oyuncu her fırsatta tiyatro sahnesine çıkmayı ihmal etmez. Bunların varlığı sosyal devlet anlayışını çoktan terk etmiş Britanya’da tiyatroların “gişe yapmasını”, ayakta kalmasını, salt tiyatrodan geçinen emekçilerin de başlarını suyun üzerinde tutabilmelerini sağlar. Bu aktörlerin yer aldıkları oyunların biletleri aylar öncesinden tükenir ve karaborsaya düşer. Biletler karaborsada gerçek değerlerinin 10 katına kadar satılabilir. Bu tiyatrolar genelde Londra’nın West End semtinde bulunur. West End bir sınai kompleks gibi çalışır. Tiyatro doldukça, çevredeki oteller, lokantalar ve diğer mağazalar da daha çok “iş yapar”. Sinema/tiyatro yıldızlarının rol aldıkları yapımların ilk gösterimlerinin olduğu günler, West End’e çıkan sokaklarda satılan şişe suyunun fiyatı bile artar.
Britanya ve tiyatro deyince Shakespeare’i anmadan geçmek olmaz. İster bir kişi olsun ister birçok kalemin altında toplandığı çatıya verilen isim, Shakespeare’in yapıtları salt Britanya’da değil, bütün dünyada tiyatro sanatının önemli bir bölümünü oluşturur. Dünyanın neredeyse her ülkesinde bir oyuncunun veya tiyatro yönetmeninin kariyerinde Shakespeare oynamak ya da uyarlamak bir tür başarı ölçütü kabul edilir.
Büyük Britanya’nın dünyada oyun kurma tekelini eline alması ile Shakespeare’in ortaya çıkışı arasındaki ilişki incelenmeye değer açıkçası. Şurası gerçektir ki, Londra oyun kurar, o oyunları, tıpkı Shakespeare’in yapıtları gibi bütün dünyada oynayacak aktörler bulunur. Yalnız arada ciddi bir fark da vardır. West End’in aksine Londra’nın Vauxhall semtinde kurgulanan oyunlarda rol alanlar nadiren iflah olurlar. Vauxhall, bir kumarhanenin kasası gibi, çoğu zaman kazanır. Oyuncular ise ya ortada kalır ya da ortadan kaybolurlar.
***
Türkiye yine soluk kesici bir hafta geçirdi. Gerici bir güruh Leman dergisine saldırtıldı. Baskı rejimini protesto için diplomasını yırtan bir genç şafak operasyonuyla gözaltına alındı. Doğalgaza zam yapılarak yurttaşların bu sıcak yaz günlerinde gelecek kara kışın soğuğunu şimdiden hissetmeleri sağlandı. Ormanlarımız yine sermaye tarafından yakıldı. Antalya’da bir aslan sırtından para kazanan patronlar tarafından kapatıldığı kafesinden kaçtıktan sonra “başarıyla” katledildi. Kimi sıkıcı ve sıradan ülkelerin ancak bir yılda yaşayacağı ölçekte bir siyasi operasyon birkaç güne sığdırıldı. Siyasetçiler, akademisyenler, karikatüristler, gazeteciler sudan gerekçelerle içeri tıkıldılar. İktidarın borusunu öttürmeyen televizyon kanallarının şimdilik geçici bir süre için kapatılmasına dair karakuşî kararlar açıklandı.
Önümüzdeki haftanın daha sakin geçeceğinin garantisi de yok elbette.
Gelen haberlere bakılırsa, Akepe-Mehape idaresinin başlattığı “süreç” 10-12 Temmuz tarihleri arasında yeni bir aşamaya girecek. PKK’lı bir grup militan Türkiye’den davet edilen çok sayıda resmi ve kuruluş temsilcisi ile ve değişik ülkelerden basın mensuplarının katılacağı bir törenle silahlarını imha edecekler.
Bu sürecin bütününe dair görüşlerimi bundan dokuz ay kadar önce yazdığım için çok uzatmadan özetlemeye çalışacağım.
“Terörsüz Türkiye” sloganı veya Türkiye’nin en önemli ve derin sorunlarından biri olan Kürt sorunun çözümü ile bu sembolik olduğu açıklanan tören arasında nasıl bir bağ olduğu sorusu orta yerde duruyor. Geçen hafta yapılanlarla bu soruya yanıt arayanlarının sayısının ve sesinin kısılmasının amaçlandığı çok açık. Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreği geride kalırken 90 milyonluk Türkiye’ye deli gömleği giydirmenin mümkün olmadığı da öyle.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin askeri rejimler de dahil en ağır baskılarının yaşandığı döneminden bir barış ve çözüm çıkacağı, bu baskıların faillerinin “demokratik Anayasa” yapacaklarına inanmamız bekleniyor.
Tiyatro bir sanattır. İzler, beğenir veya beğenmezsiniz. Yalnız izlediğinizi gerçek sanırsanız, filmlerde kötü adam rollerini başarıyla oynadığı için büyük sanatçı Erol Taş’ın Sultanahmet’teki kahvehanesine her gün taşa tutanlardan bir farkınız kalmaz.
Bu hafta Süleymaniye’de izleyeceğiniz gösteri, Londra’da yaratılmış, açıkçası tutarlılık ve sürdürülebilirlik bakımından bir hayli zaafa sahip bir kurgudur. İzleyip beğenecekler, sizin de beğenmeniz gerektiğini söyleyecekler elbette çıkacaktır.
Beğenmeyin. Kurgunun değil gerçeğin yanında örgütlenin.